28.12.2012'de
Habertürk-Öteki Gündem'de yayınlanan ve Kıyamet Alametleri ile ilgili konuları
içine alan uzun bir programın tamamı, daha önce http://www.youtube.com/watch?v=5XJpx6fgzTU
adresinde bulunuyordu ve Kasım 2013'te videonun 15-20 dakikalık kesitine dair
27 paragraftan oluşan yorumlarımı yazıp göndermiştim. Ertesi yıl kayıt
bulunduğu linkten kaldırıldı ve haliyle yapılan yorumlar da yok oldu. Söz
konusu videonun ve altındaki şahsıma ait yorumların bir kopyasını alıp
sakladığım için, ilgili kesiti sonradan kendi Youtube kanalımda yayına koydum.
O gün yazdığım reddiye mahiyetindeki yorumları ise (birkaç küçük ilaveyle) buraya nakletmiş
bulunmaktayım. Dikkatle okunması halinde istifade edileceğini umuyorum...
Prof.
Dr. Mehmet Okuyan hoca şöyle diyor (dk. 1.18-20): "Peygamberimizin adına,
onun ağzından sunulan rivayetlerin kabul edilebilirliği noktasında çok önemli
bir ölçümüz olması lazım. Bizi dinleyenler; ‘bunlar hadisleri inkâr ediyor’
diyorlar. Asla ve kat’a! Bu suçlamayı şiddetle reddediyorum!.. Bu rivayetlerin
Hz. Peygamber'e âidiyetinde sorun var. Rivayetlerin bize nakledilişinde çok
karanlık dönemler yaşanmıştır. Ölçü, Kur’an’a uygunluk ölçüsüdür. Zaten Peygamberimizin
bu konuda bir de uyarısı var. Diyor ki bir hadisinde; ‘Size benden bir şey
geldiği zaman onu Allah’ın Kitabına arzedin. O söz Allah’ın Kitabına uygunsa
onu ben demişimdir, aykırı ise onu ben dememişimdir”.
Şimdi
“ölçü” diye verilen bu “sözde hadis”e dikkat ediniz! Hiçbir muteber kitapta yer
almayan uydurma bir rivâyet, akademisyenimiz tarafından “ölçü” edinilmiş
durumda.
Sadece
Kurtubî’nin meşhur tefsiri “el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân”ın Mukaddime kısmındaki
“Kitab’ın Sünnet’le Tebyîni” bâbına baksa, müellifin Ebû Dâvud şârihi Hattâbî
(ö. 388)’den yaptığı şu alıntıyı görecekti: “Bu bir bâtıl hadistir
(uydurmadır), aslı (senedi) yoktur!”. Hadis hakkında ilk devir ulemâsının
sözlerini araştırma zahmetine katlansaydı, İbn Mehdî, İmam Şâfiî, İbn Maîn, İbn
Abdilberr gibi zevâtın bu rivayeti Hâricîlerin ve Zındıkların uydurduğunu
söylediklerini görecekti. Ama heyhat!
(Piyasada
Türkçesi kolayca bulunabilecek olan Abdülfettah Ebû Ğudde’nin “Mevzû Hadisler”
adlı kitabı ile Süyutî’nin “Sünnetin İslamdaki Yeri”, “Sünnetin Dindeki Yeri”
ve “Sünnetin Önemi” başlıklarıyla Türkçe çevirisi yapılan “Miftâhu’l-Cenne”
adlı kitabında bu konuda yeterli açıklama mevcut).
Bu
hadisi ölçü almak, “ben modern Hâricîyim” demekle eş anlamlı. Müfessir
Kurtubî’nin “Bana Kitab ve onunla birlikte bir misli daha verildi” (Ebû Dâvud,
Sünen, no. 4604) hadisinin izahında Hattâbî’nin şerhi Meâlimü’s-Sünen’den
naklettiği şu söz, 14 asırlık İslâm tarihinin ana damarını teşkil eden Ehl-i
sünnet ulemânın ortak manifestosudur: “Bir hadis Allah Rasûlü’nden sâbit oldu
mu (güvenilir kaynaklar tarafından nakledildi mi) artık o tek başına
huccettir!”.
Okuyan
hoca, videonun devamında şöyle diyor (dk. 1.20-22): “Deccal'in Kur'ânî hiçbir
referansı yoktur... Onu görünce Kıyamet yaklaştı demek oluyor. Hani Kıyamet
âniden gelecekti?... Peygamberimiz sanki hiç oturmamış, sürekli Kıyametle
ilgili alâmetler saymış. Böyle şeyler doğru değildir. Hz. İsa kesinkes
ölmüştür. Mâide sûresinin 116, 117 ve 118. âyetleri Hz. İsa’nın ölü mü sağ mı
olduğunu tartışanlara kapı gibi cevap teşkil eder”.
Bu
sözlere kulaklarımız bir yerlerden âşina…
Abdülaziz
Bayındır da “İsa Aleyhisselam Tekrar Gelecek mi” başlıklı videonun 3.
parçasında (dk. 1:27:40), “Kıyâmet alâmeti diye bir şey olmaz. Allahü Teâlâ
Kıyâmetin ansızın geleceğini bildiriyor. Ansızın gelecek olan şeyin alâmeti
olur mu?” iddiasındaydı. https://www.youtube.com/watch?v=TKCM8GotaJ8
Ali
Rıza Demircan’dan alıntılar yaptığı bu toplantıda, Hz. İsâ’nın inmeyeceği
yönünde görüş bildirirken, Ebubekir Sifil’in Mâide 117. âyet karşısında suskun
kaldığı, “tüm sistem çökeceği için” bu âyetten özellikle bahsetmediğini iddia
etmişti.
[Sifil’in konuyla ilgili olarak
yazdığı cevap için bk. http://1drv.ms/1MM08bW]
Aslında
bu iddia, Hadis ve Sünnet’e karşı alınan tavrın ürünü. Kadîm Hâricî mantığını
günümüze taşıma gayretkeşliğinden başka bir şey değil. Zaten Mehmet Okuyan’ın
(en azından benim şahit olduğum) Kur’an tefsirine dair tv sohbetlerinde dikkat
çeken husus, hadislere hemen hiç yer vermeyişi. Allah Rasûlü’nün tebyîn/beyân
yetkisini bypass ederek Kur’an’ı kendi mantığından menkul çıkarımlarla izah
etmeye kalkışanların girdiği çıkmaz sokaktayız şimdi!
Okuyan,
Moritanyalı âlim Muhammed el-Emîn eş-Şınkîtî’nin (ö. 1973) “Advâü’l-Beyân fî
Îdâhi’l-Kur’âni bi’l-Kur’ân” adlı ünlü tefsirinden Zuhruf sûresi 61. âyetin
tefsirini okusaydı, Hz. Îsâ’nın yeryüzüne inişine işaret eden âyetlerin,
Kur’ân’ın kendi iç mantığı ve dil yapısı dâhilinde, hadislere temas
edilmeksizin sayfalarca izah edildiğini görecekti. Orada Şınkîtî şöyle diyor:
“Mâide
117. âyette geçen ‘Felemmâ teveffeytenî’ (Sen beni vefat ettirince artık onlar
üzerinde gözetleyici yalnız sen oldun) ifadesinin zâhiri, ruh ve cesedi
kaldırma (ref’) ve kabz etme teveffîsi’dir, ölüm (mevt) teveffîsi değil. Zira
bu teveffînin (vefat ettirmenin) mukâbili/karşıtı, hemen öncesindeki ‘Mâ dümtü
fîhim’ (içlerinde bulunmaya devam ettiğim müddetçe onlar üzerinde gözetleyici
bendim) cümlesinde zikri geçen ‘ed-deymûmetü fîhim’ (içlerinde devamlılık)’dir.
Eğer bu bir ‘ölüm teveffîsi’ olsaydı, ‘mâ dümtü fîhim’ demez, ‘mâ dümtü hayyen’
(hayatta olmaya devam ettiğim müddetçe) derdi. Zira ölümün (mevtin)
mukâbili/karşıtı, hayy olmaktır. Tıpkı Meryem 31. âyetteki gibi: “Ve evsânî
bi’ssalâti ve’z-zekâti mâ dümtü hayyen” (... O bana hayatta olduğum müddetçe
namazı ve zekâtı emretti). ‘Aralarında bulunmaya devam etme’ (ed-deymûmetü
fîhim)nin zıddı olan teveffî, onların arasından başka bir yere intikal etme
anlamına gelir”.
Devamında
şöyle diyor Okuyan (dk. 1.25-28): “Hz. Âdem’in çıkartıldığı Cennet’i tartışıp
duruyor Ümmet-i Muhammed. Hz. Âdem’in çıkartıldığı Cennet, mü’minlere vâdedilen
âhiretteki Cennettir diyorlar. Hayır, öyle değil; dünyadaki bir bahçedir… Âdem
ile Havvâ Cennet’ten değil, dünya üzerindeki özel bir bahçeden kovuldu… Bizim
mezhep imamlarımızdan İmam Mâturîdî bu bahçenin dünyadaki bir bahçe olduğunu
açıkça söylüyor. Başka türlü de olmaz zaten… Benim derdim konuları Kur’an’la
buluşturmaktır!”.
Konuları
Kur’an’la buluşturayım deyip, konukları selef-i sâlihîn’den ve onların
görüşlerinden uzak tutmaya çalışmak nasıl bir mantığın ürünüdür, anlayabilene
aşkolsun! Mâturidî’nin “Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne” adlı tefsirinde “açıkça
söylediği” şey neymiş bir bakalım: Bakara 35. âyetin tefsirinde, “Âdem ve
Havvâ’ya oturup ikamet etmeleri emredilen cennet, mü’minlere vâdedilen cennet
midir (Ra’d, 35), yoksa dünya bahçelerinden bir bahçe midir bilinmiyor. Zira
âyette bu beyan edilmemiştir” diyor. Bir sonraki âyetin tefsirinde ise;
“Şeytan’ın Âdem ve Havvâ’ya vesvese verdiği yerin neresi olduğu ihtilaflıdır.
Bir görüşe göre semâda olmuştur…, diğer bir görüşe göre de dünyada olmuştur.
Vallâhu a’lem” diyor.
A’râf
sûresi 19. âyetin tefsirinde ise şöyle diyor: “Allah Teâlâ’nın Âdem’i ve
zevcesini iskân ettiği cennet hakkında ehl-i te’vîl ihtilaf etti. Bir kısmı
müslümanlara vâdedilen ve âhirette dönüş yerleri olacak olan cennettir derken,
bazısı da Âdem için gökte inşâ edilen bir cennettir dediler. Bizim bu cennet
hakkında bilgiye ihtiyacımız yoktur. Orada başlarından geçen imtihanı bilmeye
ihtiyacımız vardır”. İmam Mâturidî’nin söyledikleri bundan ibarettir.
Mezhep
imamının sözlerini kendi iddialarına destek edinmek üzere çarpıtmak, İlahiyatçı
bir akademisyene hiç yakışmıyor doğrusu. Okuyan hoca, bir de Muhammed sûresinin
18. âyetine (Onlar, kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar?
Şüphesiz onun alâmetleri geldi!) bakmış olsaydı keşke. Orada İmam Mâturîdi iki
ihtimalden sözediyor: “Geleceği zikredilen alâmetlerden maksat, ya
hâtemü’l-enbiyâ olan Allah Rasûlü’dür ve gelmesi gerçekleşmiştir. Veya Hz.
İsa’nın nüzûlü, Dâbbetü’l-arz ve Deccâl’in çıkışı gibi alâmetlerdir ki bunların
bazısı gelip çattı anlamındadır. Zira “her gelecek olan gelmiştir” kâidesince,
Nahl sûresinin ilk âyetindeki gibi (etâ emrullâh) burada da ‘fekad câe
eşrâtuhâ’ buyurulmuştur”.
Oysa
Okuyan, videonun başında (dk. 1.00-2.00); “Bu kitap Kıyametin alâmetinin
olmadığını söylüyor. Çünkü Kıyamet aniden kopacak bir hakikat. Aniden gelecek
şeyin alâmetinden söz edilemez” derken ve arkasından Muhammed suresinin 18. âyetiyle
ilgili olarak: “Onun zaten alâmetleri gelmiş bitmiştir… Bundan sonra Kıyametin
aniden kopuşu vardır, başka hiçbir şey yoktur” şeklinde iddiada bulunurken, Mâturidî’nin
“açıkça ne dediğine” bakma ihtiyacı hissetmemektedir.
[Videonun ilk saniyelerinde; “Bir şey eğer aniden
gelecekse, aniden gelecek şeyin alâmeti olmaz. Eğer bir şeyin alâmeti varsa,
artık ona âniden gelen şey muamelesi yapılmaz. O zaman herkes bunu biliyor
demektir” deyince, sunucu Pelin Çift’in itiraz etmek üzere söze girdiği andaki
dudak hareketine dikkat ediniz. Söylediği şeyin tutarlı ve mutlak bir hüküm olmadığının
kendisi de farkında olmalı ki dudağını hafifçe ısırmakta. Sunucu; “ama meselâ bu alâmetler
gerçekleştikten sonra Kıyamet kopamaz mı?” diye mantıklı bir soru sormuş olsa
da İlahiyatçımız; “Alâmet diye bir şey yok ki zaten” diyerek ve Hadis külliyâtındaki
onca rivâyeti yok sayarak karşısındakini susturmakta].
Okuyan,
Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne’den Nisâ sûresinin 159. âyetine baksaydı, “Kitap
ehlinden, ölmeden önce, İsa’ya inanmayacak yoktur” (Ve in min ehli’l-kitâbi
illâ leyü’minünne bihî kable mevtihî) için İmam Mâturîdî’nin verdiği ilk
muhtemel anlamın, Hasan-ı Basrî ve Kelbî’den naklen, “Deccâl’in çıkışıyla
birlikte gökten inen Hz. İsâ’nın ölümünden önce bütün Hıristiyan ve Yahudilerin
müslüman olacağı” şeklinde olduğunu farkedecekti.
Yine
Saff sûresi 8. âyette geçen; “Kâfirler istemese de Allah nûrunu
tamamlayacaktır” (Vallâhu mütimmu nûrihî velev kerihe’l-kâfirûn) ifadesi
hakkında Mâturîdî’nin verdiği anlamlar içinde şunu görseydi, konuşmadan önce
bir kere daha düşünecekti: “Eğer nûrun tamamlanmasından maksat onun ortaya
çıkarılması (ızhârı) ise, Allah bunu Hz. İsa’nın indiği zamana erteler.
Yeryüzünde İslâm’dan başka din kalmaz”.
Hz.
İsâ’nın bütün peygamberler gibi öldüğünü, hiçbir şekilde sağ olmadığını ve Allah’ın
yanında bulunmadığını Kur’an’dan delillendirebilmek adına Enbiyâ sûresinin 34. âyetini
okuyan hoca (dk. 3:05-4:40); “Biz senden önce hiçbir beşere uzuun hayat
vermedik” şeklinde “el-huld” kelimesine “ebedî” yerine “uzuun” anlamı vererek
tercüme etmekte; keza aynı sûrenin 8. âyetinde geçen “hâlidîn” kelimesine de
aynı şekilde “uzuun” anlamı vermek suretiyle gelebilecek muhtemel bir itirazı
kelime oyunuyla önlemeye çalışmaktadır. Oysa kendisi farkında olmasa da; bu
sözlerinden sadece 1 dakika önce (dk: 2:35-3:05); “bizim kitabımızda hiçbir
insanın ebedî bir hayatla buluşturulmadığı beyân edilmiş olmasına
rağmen…” diyerek kurduğu cümle ile kendi içinde çelişkiye düşmektedir.
Prof.
Dr. Mehmet Okuyan’ın benim seyrettiğim şu birkaç dakika içinde devirdiği
çamların bir benzerine, Prof. Dr. Bekir Topaloğlu’nun 17 Nisan 2012’de D.E.Ü.
İlahiyat Fakültesi’nde verdiği “İslâm Düşüncesinin Gelişmesinde İmam Mâturîdî
ve Mâturîdîliğin Yeri” adlı konferansta şahit olduk. Hoca konferans sonunda
sorulan bir soruya, İmam Mâturîdî’nin görüşlerine hiç temas etmeden şöyle cevap
vermişti:
“Hissî
mucizelerin hiçbiri tevâtüren sâbit değil arkadaşlar. Karadenizli’nin
ifadesiyle; “Erkekseniz tevâtürle sâbit olduğunu ispat edin!”. Sâbit değildir.
Söyleniyor. Kelâm kitaplarında vardır. Şunu şöyle yaptı, bunu böyle yaptı… Evet
var. Ama bu âyet-i celîlere bakacak olursanız; hissî mucize dönemi kapandı.
Onun için “okuyun!” diyorum size ben. Okuduğunuz zaman bu âyetleri,
göreceksiniz. Kapandı… Akla hitap ediyor Kur’ân-ı Kerîm. Mânevî mucizeye, en
büyük mucizeye hitap ediyor. Neden? Eğer hissî mucize gösterilirse, insanlar
buna da iman etmezse, bunun kanunu nedir? Helâk edilmesidir bunların. Halbuki
son ümmet, Ümmet-i Muhammed helâk edilmez. Çünkü başka bir peygamber yok. Ondan
dolayı hissî mucizelerin varlığı kesin değil. Tevâtür yoluyla gelmiş değildir.
Ama hadisciler buna itiraz ediyorlar, bağırıyorlar, çağırıyorlar. Ne yapayım?
Bu böyle...”.
Oysa
Mâturîdî’nin tefsirinde sadece Kamer sûresinin ilk âyetleri için yapılan
açıklamaya bakılsa gerçek ortaya çıkacaktır. Orada; “İnşikâk-ı kamer (Ay’ın
ikiye bölünmesi) ile ilgili hadis (Mutezile'den Ebu’l-Hüzeyl’in öğrencisi Ebû
Bekr el-Esamm’ın iddiası aksine), hem havâs'tan hem de avâm'dan mütevâtir
olarak gelmiştir ve bu hâdise Hz. Peygamber’in mucizelerinden biridir” diyen
Mâturîdî, İsrâ sûresinin ilk âyetinin tefsirinde; “Hissî mucize, şüphe ve
vesveseyi defetmek bakımından aklî mucizeden büyüktür” diyerek aklî/mânevî
mucizelere “sihir” diyenlerin, İsrâ’dan dönen Hz. Peygamber’in yolda bizzat
gözüyle gördüklerini anlatması üzerine iknâ oldularını belirtir. (Hissî
mucizelerle ilgili olarak ayrıca şu âyetlerin tefsirine bakınız: Âlü İmrân 3-4,
49; En’âm 8, 37, 161; A’râf 85; Enfâl 42; Nahl 33; Kehf 22; Enbiyâ 5-6; Sebe’
12; Zuhruf, 9; Duhân 17; Muhammed 18; Fîl 1).
“Hissî
mucize gösterilir de insanlar buna iman etmezlerse, bunun kanunu onların helâk
edilmeleridir” diyen Topaloğlu’nun, kendisine İran’dan ödül getiren,
editörlüğünü yaptığı Mâturîdî’nin Te’vîlât’ında, bu konuda ne söylendiğini
tedkik edip ondan sonra sağlıklı bir cevap vermesi beklenirdi.
İmam
Mâturîdî, En’âm sûresinin 8. âyetinin tefsirinde şöyle diyor: “Âyetler
(mucizeler) bir kavmin isteğinin hemen ardından indirilir ve onlar da bu
âyetlere muhalefet edip inkâr ederlerse, üzerlerine azap ve helâk iner.
Herhangi bir istek olmaksızın âyetler gelir ve yalanlarlarsa, o zaman
kendilerine mühlet verilir, tekzib eder etmez azaba uğramazlar”.
Enbiyâ
sûresinin 5. âyetindeki; “Bize hemen önceki peygamberlere gönderilenin benzeri
bir âyet getirsin” cümlesinin tefsirinde ise şöyle der: “Buradaki âyet’ten
maksat, kibirlenme ve inat esnasında inen âyettir; önceki ümmetlere, âyetlere
ve huccetlere karşı direnip büyüklük tasladıkları (mükâbera) sırada inen
âyettir. Ki bu da helâk edilmeleri ve köklerinin kazınması şeklinde olmuştur.
Zira Allah’ın önceki ümmetler hakkındaki sünneti ve hükmü, âyet ve huccetlere karşı
inatlaştıkları vakit helâk edilmeleri ve köklerinin kurutulmasıdır (ihlâk ve
isti’sâl). Allah’ın bu ümmet hakkındaki sünneti ve hükmü ise; geçmiş ümmetlerin
şeriatleri neshedilip ahkâmı değiştirilmesine karşın, nübüvvet sona erdiği ve
Muhammed salavâtullâhi aleyh’in şeriati Kıyamet’e kadar bâki kalacağı için, o
inkârcıların helâk zamanı Kıyamet’tir. Kamer suresi'nin 46. âyetinde söylenen şey
(Kıyamet onların azap ile vâdedildikleri gündür) işte budur”.
İlahiyat
câmiasındaki birçok modernist/çağdaşçı akademisyenin tutulduğu “inkârcılık
hastalığı”nın (önceki maddelerde örneklendirdiğimiz üzere) iki şekilde kendini
gösterdiğine şahit oluruz:
a)
Rivâyetler bütün varyantları ile verilmez; ya cımbızlama yapılır, ya görmezden
gelinir. Güvenilir ulemânın görüşlerine hiç temas edilmez. Edilirse de tahrif
edilerek nakil yapılır. Yaşanabilir bir din adına; “böylesi daha mantıklı”
türünden çıkarımlarda bulunmak tercih edilir.
b)
Konuşmalar dikkatle takip edilirse, ortada metodoloji (usûl) açısından mutlak
bir eksikliğin ve karmaşanın varlığı göze çarpar. Sahih-zayıf diye bir ayrıma
gerek duyulmaksızın hoşa giden alınır, gitmeyen atılır. Her durumda geçerli
olabilecek sabit bir kriter yoktur. Ortalık toz dumandır. Kur’ân’a ters olduğu
için reddedilen rivâyet, aslında iddia sahibinin “Kur’an’dan anladığına” ters
olduğu için reddedilmiştir. Peygamber’in, ashâbının ve onların öğrencilerinin
anlayışı önemli değildir. Zira zaten rivâyetler sahtedir. Kendi subjektif fikrini
ispat için “kelime tahlilleri” yapan hadis muhâlifi, keyfî davranmaktan
çekinmez.
Mehmet
Okuyan’ın “Cenne” kelimesini tahlil ettiği kadar, Bakara 36, 38 ve A’râf 24.
âyetteki “ihbitû” (aşağı inin!) kelimesine temas etmemesi, Muhammed sûresi 18.
âyette geçen “eşrât” (kıyamet alâmetleri) kelimesinin lügat anlamlarına,
etimolojisine değinmemesi buna bir örnektir.
Nasıl
ki şu kadarlık bir konuşmanın muhtevâsından ve gidişâtından (eşrâtından),
konuşanın istikbâli ve encâmı hakkında tahmin yüretebiliyor (ve ıslâhı için
Allah Teâlâ’dan niyazda bulunuyor)sak; ânîden kopacak olsa bile Kıyâmet’e doğru
giden zaman çizgisinde bir takım emâre, alâmet, işâret ve eşrâtın olması da tabiî ve
kaçınılmazdır. Zira her “sonlu” şeyin sonuna dair, geçmişinde bazı alâmetleri barındırması
da bir Sünnetullah’tır. Âhiri olan Zamân'ın sonuna yaklaşırken ortaya çıkacak olan belirtilere dair Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem'in bizzat ağzından dökülen ve ulemânın birbirinden tevâtüren nakliyle asırları katederek günümüze gelen haberler vardır ve hepsi de haktır. Kabul ya da red cihetinden olsa dahi onlarla imtihan
olunmaktan Rabbimize sığınırız.
Cevaba bak hizaya gel...maşaallah
YanıtlaSilmaide süresi 55. ayeti ne yapacağız
YanıtlaSilA.S.M nin ağzından bir hadis yazılmış bu hoca denilenin mantığına göre bunların doğruluğunu nereden tasdik edeceğiz.Hadislere inanan bizleri sanki kuranı kerimi kenara koyuyormuş gibi anlatıyor.Kendisi diyelim arapçaya çok hakim peki sadece okuma yazmayı bilen ama FASİH ARAPÇAYI BİLMEYEN ve cumhuriyet döneminde kasıtlı bir şekilde türkçeleştirilen bu kuranı nasıl anlayacağız fen bilgisi kitabı gibi mi
YanıtlaSilAllah C.C Hazretleri razı olsun hocam bu kadar detaylı ve anlaşılır anlatım mükemmel olmuş.
YanıtlaSilAllah razı olsun hocam Mehmet okuyanın şehrine karşı tıpkı bir panzehir gibi oldunuz sağolun :)
YanıtlaSilAllah razı olsun hocam Mehmet okuyanın zehrine karşı adete bir panzehir niteliğinde bir makale olmuş
YanıtlaSil