Nüzuli İsa

İndirilmesi Gereken Kitaplar




Nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm)


Bir
İtirazın
Tahlîli


Dr. Ebubekir Sifil
 
أن النبي صلى الله عليه وسلم قال: ليس بيني وبينه نبي يعني عيسى عليه السلام وإنه نازل ... ويهلك المسيح الدجال فيمكث في الأرض أربعين سنة ثم يتوفى فيصلي عليه المسلمون
Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Benimle onun (İsa’nın) arasında peygamber yoktur ve o mutlaka inecektir... Mesih Deccâl’i öldürecek ve yeryüzünde kırk sene kalacaktır. Sonra vefat edecek ve müslümanlar namazını kılacaklardır”.
“Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 406, 437; Ebû Dâvud, Sünen, II, 520”

وخبر المعراج حق ومن رده فهو مبتدع ضال. وخروج الدجال ويأجوج ومأجوج ، وطلوع الشمس من مغربها ، ونزول عيسى عليه السلام من السماء ، وسائر علامات يوم القيامة على ما وردت به الأخبار الصحيحة حق كائن
“Mi’rac haberi haktır, onu reddeden bid’atcidir ve dalâlettedir. Keza Deccâl’in, Ye’cûc ve Me’cûc’ün çıkışı, Güneşin battığı yerden doğuşu, İsa aleyhi’s-selâm’ın semâdan nüzulü ve sahih haberlerde varid olduğu şekilde diğer Kıyamet alametleri de haktır ve bir gün mutlaka gerçekleşecektir”.
İmam A’zam Ebû Hanîfe (80-150/699-767)
“el-Fıkhu’l-Ekber”

ونؤمن بأشراط الساعة من خروج الدجال ، ونزول عيسى بن مريم عليه السلام من السماء ونؤمن بطلوع الشمس من مغربها وخروج دابة الأرض من موضعها
“Deccâl’in çıkışı, Meryem oğlu İsa aleyhi’s-selâm’ın semâdan nüzulü gibi Kıyamet alametlerine inanırız. Güneşin battığı yerden doğacağına, Dâbbetü’l-Arz’ın bulunduğu yerden çıkacağına da inanırız”.
İmam Ebû Ca’fer et-Tahâvî (239-321/853-933)
“el-Akîde”

وما أخبر به النبي صلى الله عليه وسلم من أشراط الساعة من خروج الدجال ، ودابة الأرض ، ويأجوج ومأجوج ، ونزول عيسى عليه السلام من السماء ، وطلوع الشمس من مغربها فهو حق
Deccal’in, Dâbbetü’l-Arz’ın, Ye’cûc ve Me’cûc’ün çıkışı, İsa aleyhi’s-selâm’ın semâdan nüzulü, Güneşin battığı yerden doğuşu gibi Nebi (sallallâhu aleyhi ve sellem)in Kıyamet alametleri arasında haber verdiği şeyler haktır”.
Ömer b. Muhammed en-Nesefî (461-537/1068-1142)
“el-Akâid”

“Hz. İsa’nın yeryüzüne döneceği iddiası, Kur’an’da anlatılmayan vehme dayalı bir senaryodur”.
Hulusi Hatiboğlu
“Fidan”


Giriş

Gerek fikir, gerekse fizik planında insanlığın karşı kaşıya bulunduğu modern meydan okuyuş, kaçınılmaz olarak Müslümanların din algısına da nüfuz etmiş durumda. Zamanı, tarihi, algı ve değerler dünyasını “geleneksel olan” ve “modern olan” şeklinde bir ayrıma tabi tutarak, ilkinin miadını doldurduğunu ve yerini kaçınılmaz olarak ikincisine bıraktığını telkin eden modern zihin yapısı, Müslümanların kendi kaynaklarını, değerlerini ve tarihlerini okuyuşlarını belli bir istikamette dönüştürürken ortaya “yeni” ve “farklı” bir tasavvur çıkarıyor.
Tırnak içinde verdiğim bu iki kelime tek başlarına alındığında belki nötr sayılabilecek bir anlatım özelliğine sahipken, bir araya getirildiğinde ilgi çekici bir çekim gücüne kavuşuyor. Öyle ki, bir şeyin (fikir, yaklaşım, tasavvur…) hem “yeni” hem de “farklı” olması, “doğru”, hatta yerine göre “mutlak doğru” olduğunu kabule fazlasıyla yetiyor. İlmî ve metodolojik bakımdan ne kadar zayıf ve tutarsız temeller üzerine bina edilmiş olursa olsun, “yeni ve farklı” olması geçerliliğini ilana kifayet ediyor!
Bu iki kelime yan yana geldiğinde oluşan tasavvur dönüşümü, şiddet-i zuhurundan dolayı çoğu zihinlere hafi kalıyor ve işin en vahim yanını da bu nokta oluşturuyor. Din ve onun temel kaynakları adına son derece “masum” gerekçelerle ızhar edilen kimi “yeni ve farklı” yaklaşımların, aslında çalışma ilkelerini modernitenin belirlediği zihin yapısından kaynaklanan arızaların ürünü olduğunun sahiplerine bile gizli kalabiliyor olması gerçekten de “yeni” ve “farklı” bir durum!
Müslümanların kendi kaynaklarıyla ilişkilerinin sistematiğini oluşturan ve yüzyıllar içinde “eşyanın tabiatı gereği” belli bir istikamette teessüs etmiş bulunan “edille-i şer’iyye” konsepti, Kur’an ve Sünnet anlayışı, bu iki delilin birbiriyle ilişkisi ve bunlardan teferri eden diğer deliller, Usul ve Kavaid … “yeni ve farklı” yaklaşımların cazibesiyle yerini “çağdaş değerler” etrafında şekillenmiş algılara bırakabiliyor. Bu da kaçınılmaz olarak “yeni ve farklı” bir müslümanlığa uzanan bir süreci intac ediyor. İşin başında niyet ve maksat bu olmasa da, varılan nokta çoğu zaman bundan başkası olmuyor.
Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)’ın ref’i ve nüzulü meselesi, bu hususun kristalleştiği noktalardan birisi. Kur’an-Sünnet ilişkisine ve Tefsir Usulü ilminin ilkelerine karşı çok da duyarlı olmayan “çağdaş” bir yaklaşımla, ilgili Kur’an ayetleri üzerine serd edilen “yeni ve farklı” mülahazalar, “ilmî hürriyet” görüntüsü altında sahibini getirip bütün Ümmet ulemasının karşısına konumlandırıyor.
Evet, nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) konusunda Sahabe döneminden itibaren Ümmet’in üzerinde ittifak ettiği bir kabul, modern zamanlarda Kur’an ve Sünnet’i “yeni ve farklı” bir okumanın nesnesi kılma faaliyetinin sonucu olarak, yerini “yeni ve farklı” bir değerlendirmeye bırakıyorsa, bunun “ilmî özgürlük”ten daha öte bir anlamı olmalıdır. Bu tarz yaklaşımların, -ayrıca ima veya tasrihe ihtiyaç bulunmaksızın- “karşı taraf”ı oluşturan sahabîsi, müfessiri, muhaddisi, kelam alimi ve tarihçisiyle bütün bir Ümmet ulemasını itham anlamına geldiği açıktır. Sözün sahibinin yaklaşımına göre bu itham “yanılgı”dan “cehalet”e, “anlayış kıtlığına”, hatta “tahrif”e kadar uzanır.
Hulusi Hatiboğlu hocanın, Fidan dergisinin 63, 64 ve 65. sayılarında yer alan “Hz. İsa’nın Nüzulü Meselesi” başlıklı seri yazısı da bu çerçevede benzerlerinden yeni ve farklı bir mahiyet arz ediyor değil.
Hocanın, yazısına, nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) meselesinin “Temel inanç esaslarından olmadığı halde erken devirlerde İslam’ın inanç esasları arasına girmiş” olduğunu söyleyerek başlaması, vehametin ilk basamağını oluşturuyor. İlk bakışta hayli “masum” gibi duran bu hüküm cümlesi, herhangi bir gayri İslamî inanç unsurunun İslam’ın inanç esasları arasına -hem de “erken devirlerde”!- girebileceğini ifade etmesi bakımından sadece “büyük bir iddia” ileri sürmekle kalmıyor, aynı zamanda o “erken devirler”den itibaren modern zamanlara kadar yaşayan bütün İslam ulemasını, gayri İslamî bir hususun İslam’ın inanç esasları arasına girmesine müsaade etmekle, göz yummakla, hatta belki “çanak tutmakla” itham ediyor!
Hatiboğlu hoca istediği kadar “ben kimseyi itham etmiyorum” desin; bu ifade tarzının doğrudan yol açtığı sonuç budur.

A) Nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) Meselesi ve Temel İnanç Esasları

Konuyla ilgili olarak modern zamanlarda yazıp çizenlerin genellikle yaptığı gibi önce bu meselenin “temel inanç esaslarından” olmadığını vurgulayan hoca, bu cümleden olarak şunları söylüyor: “Bu meselelerin iman edilmesi zorunlu olan İslam’ın temel inanç esasları cümlesinden olmadığını söylemiştik. Zira bir bilginin İslam’ın temel inanç esasları  cümlesinden sayılabilmesi, söz konusu meselede delaleti ve sübutu kat’î delil olmasına ve Kur’an-ı Kerim’in muhkem ayetleriyle belirtilmiş olmasına bağlıdır. Temel inanç esasları denildiğinde; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman konularının özü anlaşılmalıdır. İslam’daki bu inanç esaslarını Tevhid, Nübüvvet ve Meâd olarak üç ana başlıkta toplayabiliriz. Aynı şekilde, farklı yorumlamaya müsait olan bir Kur’an ayetiyle ya da farklı yorumlanabilen bir hadisle açıklanmış olan bir bilgi üzerine de temel inanç esası kurulamaz. Bu yüzden Hz. İsa’nın nüzulü, Mehdi’nin ve Deccal’in ortaya çıkacağı gibi meseleler inanç esaslarından sayılmazlar”.
Hatiboğlu hoca burada “temel inanç esasları” adı altında kaydettiği hususların mücmel olarak zikriyle yetindiği ve açılımlarına girmediği için, bu takdim tarzının davasına temel teşkil ettiğini düşünmekle doğrusu derin bir yanılgı içindedir. Zira mesela Tevhid esasına iman etmekle birlikte bir kimse Allah Teala’yı -haşa- erkeklik veya dişilikle vasfetse, iman iddiası kendisine hiçbir fayda sağlamaz. Zira Tevhid inancının “olmazsa olmazları” vardır ve “yaratıklara mahsus özellikler/nakisalar taşımaktan münezzeh olmak” bunların başında gelir.
Aynı şekilde bir kimse Nübüvvet kurumuna iman ettiğini söylemekle birlikte, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)in gerçekleşeceğini haber verdiği herhangi bir hususu imkânsız olarak görse, bu O’nu yalanlamak anlamına geleceği için son derece tehlikeli bir neticeye müncer olur.
Dolayısıyla bahse konu “temel inanç esasları”nın esasa doğrudan taalluku bulunan her bir fer’i konusunda esas kadar hassas olmak, onların tartışma konusu yapılmasının şu veya bu şekilde esasa dokunacağını, onu tartışma gündemine sokacağını hatırdan çıkarmamak zorundayız.
Bu sebeple İslam tarihi boyunca sadece Ehl-i Sünnet değil, bid’at fırkalar dahi hadislerle sabit olmuş muğayyebata inandıklarını ifade etmekten çekinmemişlerdir. Sadece Haricîler bunun istisnasını oluşturur. Aşağıda yeri geldiğinde bu hususun detayına gireceğim.
Nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) inancının Kur’an ayetleri ve onların delaletini destekleyen tevatür seviyesindeki hadislerle sabit olduğu açıktır. Böyle olduğu için hemen bütün İslam fırkalarının ortak inanç ilkesi olarak kayda geçmiş ve müdafaa edilmiştir. Bu meselenin temel inanç ilkelerinden  olmadığını söylemek ahir zamana mahsus bir tavırdır.

B) Kur’an ve Sahih Sünnet Söylemi

Hatiboğlu Hoca yazısının başlarında; “… bu konudaki görüşlerimiz Kur’an’a ve sahih sünnete aykırı bulunduğu takdirde nazarı itibara alınmayıp onların duvara çalınmasıdır. Ancak Kur’an ve sahih sünnet dışında şahısların görüşlerine aykırı görülürse (…) görüşümüzün arkasında ısrarla durmakta olduğumuzdur…” demek suretiyle, meselenin hall zemininin Kur’an ve sahih Sünnet” olduğunu peşinen kabullendiğini deklare etmektedir.
Yine aşağıda ilgili rivayetler üzerinde dururken bu noktaya döneceğim. Ama burada hocanın bir çelişkisini okuyucunun dikkatine arz etmek istiyorum: Yukarıdaki satırlardan hemen önce şöyle demiş hoca: “Bu konuları iyice araştıranlar, bunlarla ilgili ileri sürülen rivayetlerin delil olabilecek yeterlilikte olmadığını göreceklerdir. Hepsi ahad olan bu rivayetleri bazı alimler ‘mütevatir seviyesindedir’ diyerek kuvvetli göstermeye çalışmışlarsa da bu rivayetlerin ahad oldukları erbabınca tesbit edildiği gibi birçok kişi tarafından da bilinmektedir”.
İmdi; eğer herhangi bir davanın ispatı için “Kur’an ve sahih sünnet” yeterliyse, konu hakkındaki hadisler bağlamında “tevatür” aramak niye? Yoksa hoca “tevatür”ü de “sıhhat şartlarından” mı saymaktadır? Açıktır ki, nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) konusundaki merviyyatın ezici çoğunluğunu sıhhat kriterlerini taşıyan rivayetler oluşturmaktadır. Modern zamanlarda bazı kimseler tarafından ortaya atılan “âhâd” (her tabakadaki ravi sayısı üç kişiyi geçmeyen ve tevatür sayısına ulaşmayan hadislerden ibaret) oldukları iddiası bu rivayetlerin sıhhatine tesir etmez. Âhâd da olsalar onlar yine “sahih” rivayetlerdir. Kaldı ki bu rivayetlerin mütevatir olmadığı iddiası modern zamanlara gelene kadar hiçbir İslam aliminden sadır olmuş değildir. Bunu bu kadar kesin bir ifadeyle dile getirmekte bir sakınca görmüyorum. Zira bugüne kadar ne Hulusi Hatiboğlu, ne de nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) konusunda daha evvel kalem oynatıp kendisine seleflik etmiş kimseler Hadis ilimleri konusunda otoritesi müsellem bir tek alimden bu rivayetlerin haber-i vahid olduğu konusunda muteber bir nakil yapabilmişlerdir! Evet bu rivayetlerin mütevatir olmadığı iddiası, “kerameti kendinden menkul” zevatın iddiasıdır ve ciddiye alınır bir yanı da yoktur.
Dolayısıyla hoca tutarlı olabilmek için, ya “Kur’an ve sahih sünnet” söyleminden ya da “âhâd” söyleminden rücu etmek durumundadır!
Burada söz konusu edilmesi gereken bir diğer husus, Kur’an-Sünnet ilişkisidir. Hatiboğlu hocanın, yazısının bütününde Sünnet’in Kur’an’ı beyan ve tefsir etme fonksiyonunu hiç gündeme getirmemesi, müktesebat sahibi bir insan oluşuyla tenakuz arzedecek biçimde, “Kur’an ve sahih Sünnet” söyleminin neye tekabül ettiği konusunda sahici bir fikre sahip olmadığı izlenimini vermektedir. Nitekim Fidan dergisinin 57. sayısında “Arlanma” başlıklı bir yazısı bulunan hoca; “İslam’ın ahlak literatüründe ‘Allah Ahlâkı’ diye bir söylem vardır. Hadis-i şerifte Rasulullah (as) Efendimiz: ‘Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanın’ buyurur...” diyerek, asılsız/senedsiz (lâ asle lehû) bir sözü Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem)e isnad etmekte beis görmemiştir.
Sözü fazla uzatmadan nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) meselesinde dermeyan edilen ayetlerin delalet durumuna ve Hatiboğlu hocanın değerlendirmelerine geçelim.

C) İlgili Ayetler

1. Nisâ Sûresi 156-158. ayetler

وَبِكُفْرِهِمْ وَقَوْلِهِمْ عَلَى مَرْيَمَ بُهْتَانًا عَظِيمًا. وَقَوْلِهِمْ إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلَكِن شُبِّهَ لَهُمْ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُواْ فِيهِ لَفِي شَكٍّ مِّنْهُ مَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلاَّ اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقِينًا. بَل رَّفَعَهُ اللهُ إِلَيْهِ وَكَانَ اللهُ عَزِيزًا حَكِيمًا

“Bir de inkâr etmeleri ve (babasız çocuk doğurması üzerine) Meryem’e karşı büyük bir iftirada bulunmaları ve “doğrusu biz Allah’ın elçisi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleri sebebiyle onlara (Yahudilere) lanet ettik. Halbuki onu ne öldürdüler ne de onu astılar; fakat öldürdükleri kişi kendilerine, ona (İsa’ya) benzer gösterildi. Şüphe yok ki onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı gerçekten bir şüphe içindedirler. Bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesin olarak öldürmediler. Bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Doğrusu Allah Azizdir, yani kudreti daima galip gelendir. Hakîmdir, her işi hikmetli olandır”. (Nisâ, 4/156-158)
Yahudilerin bir iddiası vardır: Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) -Yahûdîlere göre- Hz. Musa (aleyhi’s-selâm)ın şeriatını bozmayı amaçlayan bir anarşisttir. Dönemin Yahudîleri Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ı böyle tasvir ediyor. Ve bildiğimiz gibi dönemin Roma valisi, askerler ve Yahudilerden bir grup fedaiyle birlikte Havarilerden olup da bilahare hıyânet eden ve Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ı ihbar eden Yahuda Iskariot’un delaletiyle Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)’ın bulunduğu eve gidiyorlar. Bundan sonrasını Kur’ân ve Hıristiyan kaynakları iki farklı şekilde veriyor.
Resmî Hıristiyanlık kaynakları diyor ki: “İsa’yı aldılar, götürdüler, yargıladılar, bu süreç içerisinde ona çok hakaretler ettiler. Ve sonunda çarmıha gerdiler. Çarmıhta bir süre kalıp can verdikten sonra indirdiler. Önceden hazırlanmış olan mezara gömdüler. Üç gün sonra Hz. İsa dirilip kalktı”. (Matta, 27/45-50, 57-66; Markos, 15/25, 42-47, 16/19; Luka, 23/46, 50-56; Yuhanna, 19/17-18, 38-42; I. Korintos, 15/3-4).
Bu diriliş esnasından itibaren Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın kimliği hakkındaki Hıristiyan telakkîsi farklı bir sürece giriyor. Bundan sonra tarihsel olarak, bir beşer olarak yaşamış "beşer İsa" devri kapanıyor; "Mesih" devri başlıyor. Bu, yeniden bedenlenen, “babanın kelimesi”, “babanın bedenlenmiş kelimesi”: Mesih. Bundan sonra, bildiğimiz “Pavlus Kristolojisi” ya da “Mesih Kristolojisi” denilen teolojinin argümanları sahneye çıkıyor.
“Peki Kur’an bu işe ne diyor?” diye sorduğumuzda yukarıdaki ayet-i kerimelerle karşılaşıyoruz. Yani “Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ı öldürmediler. Çarmıha da asmadılar. Fakat astıkları kişi ona benzetildi. Başka birini ona benzettiler”. Bu noktada Barnaba İncili diyor ki; Yahuda Iskariot Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın bulunduğu eve doğru Romalı askerlere delâlet etti ve içeri girdiler. Hz. İsa’nın bulunduğu odaya önce kendisi girdi. Hz. İsa o esnada pencereden çekilip alındı. Yahuda Iskariot Hz. İsa’ya benzetildi. Romalı askerler onun peşinden içeri girdiler ve Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a benzetilmiş olan Yahuda İskariot’u alıp döve döve, hakaret ede ede götürdüler.Yahuda İskariot her ne kadar; “Yapmayın ben İsa değilim. Ben Yahuda Iskariot’um, beni tanımıyor musunuz?” dediyse de, kimseye derdini anlatamadı.
Burada, Kur’ân âyetiyle yaklaşık olarak bir paralellik bulunduğu görülüyor. (1981’de Hakkâri’de bir mağarada bulunan ve 1983’ten bu yana Genelkurmay’ın kasalarında muhafaza edildiği öne sürülen Havariler döneminden kalma en eski tarihli Aramca Barnaba İncili’nin günün birinde deşifre edilmesiyle, konuyla ilgili daha fazla ayrıntıya kavuşabileceğimizi ümid ediyoruz).
O halde Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)’a ne oldu?
Kur’an bu soruya, “Onu yakînen, kesinlikle öldürmediler. Aksine, Allah onu kendisine yükseltti” diye cevap veriyor. Ortada bir Yahudi iddiası var. Yahudiler “biz İsa’yı çarmıha gerdik” diyor. Hıristiyanlar da bunu kabul ediyor. Kur’ansa bu iddia karşısında “بَلْ” diye bir ifade kullanıyor; “tam aksine” diyor. Buradan anlaşılması gereken şudur: “Siz onu öldürdük diyorsunuz ama, tam aksine siz onu öldürmediniz”. Peki siz onu öldürmediniz de onun akıbeti ne oldu? “رَفَعَهُ اللهُ إِلَيْهِ” (Allah onu kendi katına, kendi nezdine yükseltti)”.
Buradaki vurguyu şöyle anlayabilir miyiz: “Siz onu öldürmediniz; onu Allah öldürdü ve katına yükseltti”. Böyle anlamamızı mümkün kılacak bir ifade var mıdır âyette?
Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın öldürülmesinden söz edilmiyor. Sadece “kaldırıldı/ref’ edildi” deniliyor. O halde bu âyet-i kerimeye Hz. İsa’nın öldürüldüğü anlamını yükleyemeyiz.
Buradaki “kaldırma/yükseltme” üzerinde hassaten durmamız lazım. Bu ifade Yahudilerin iddialarına bir cevap olmak üzere sevk edildiğine göre, bunu biz Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın Allah Teâlâ nezdine diri olarak kaldırıldığı tarzında anlamak zorundayız. Neden? Eğer “evet onu siz öldürmediniz, ama Allah Teâlâ çarmıh hadisesinde, öncesinde veya sonrasında onu tabii bir ölümle öldürdü ve katına yükseltti” tarzında anlayacaksak, burada gözden kaçırdığımız bir şey var demektir. O da şudur: Zaten her öleni Allah Teâlâ öldürür. Yani uçurumdan yuvarlananı da O öldürür; kalp krizi geçireni de O öldürür; kaza geçireni de O öldürür. Dolayısıyla Yahudilerin öldürdüğünü de aslında Allah Teâlâ öldürmüştür. Gerçek anlamda ruhu kabzeden O’dur. Biz “öldürme” fiilini ikinci derecedeki faillere mecâzen atfediyoruz. “O öldürdü”, “bu öldürdü” diyoruz; ama esas müsebbib Allah Teâlâ’dır.
Dolayısıyla burada “hayır siz öldürmediniz ben öldürdüm” dendiğini ileri sürmenin bir anlamı yoktur. Allah Teâlâ herhangi bir mahlûk ile -hâşâ- böyle bir diyaloga girmez. “Sen öldürmedin ben öldürdüm” demez. Yahudiler buna zaten inanıyordur: “Yani ister Allah öldürsün, ister başkaları öldürsün. Öldürdük mü; mesele yok!”. O halde oradaki öldürme iddiasına burada bir cevap var: “Hayır onu öldürmediniz. Onu Allah kendi katına yükseltti!”. Âyet-i kerimeden anlaşılması gereken budur.
Burada bir soru daha çıkıyor karşımıza: Allah Teâlâ’nın onu kendi katına yükseltmesinden ne anlayacağız?
Hulusi Hatiboğlu hoca bu noktada şunları söylüyor: “Buradaki ’bel rafeahullahü ileyhi’ ifadesini ’katına yükseltti’ olarak anlamanın Cenabı hakkın sıfât-ı zatiyyesi bağlamında doğru olmayacağı kanaatindeyiz. Bu şekilde anladığımız takdirde gayenin mugayyaya dâhil olması iktiza edeceğinden hâşâ, muayyen bir katta (mekânda) bulunan Allah’ın yanına yükseltildiği anlaşılacaktır. Oysa ’ileyhi’ ifadesinden anlaşılan, Hz. Îsa’nın da diğer peygamberler gibi; nâsût âleminden melekût âlemine urûc ettirildiğidir. Yüce Mevlâ, kendi yandaşlarınca da terk edilip savunmasız kalmış olan nebisini düşmanlarının elinden kurtararak başka bir yerde canını alarak ruhunu yüceltmiştir”.
Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın ref’ini kabul etmeyenlerin yaygın olarak ileri sürdüğü bir iddiadır bu. Oysa Kur’an-ı Kerim’de hocanın ifadelerinde yer alan “gaye-mugayya” ilişkisini ve mantığını boşa çıkartan birçok ayet mevcuttur. Söz gelimi;

كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللهِ وَكُنْتُمْ أَمْوَاتًا فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

“Siz cansız (henüz yok) iken sizi dirilten (dünyaya getiren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra sizleri öldürecek, sonra yine diriltecektir. En sonunda O’na döndürüleceksiniz”. (Bakara, 2/28)
Kur’an’da insanların sonunda Allah Teala’ya döndürüleceğini ifade eden bunun gibi onlarca ayet mevcuttur ve hepsinde de -hocanın “gaye-mugayya” ilişkisi kurulmasına gerekçe olarak gördüğü- “ilâ” harfi mevcuttur. Aşağıdaki ayetlerde de “ileyhi” veya “ilallâhi” şeklindeki “câr-mecrur”dan “gaye-mugayya”ya varmanın zorunlu olmadığı açıkça görülmektedir:

يُدَبِّرُ اْلأَمْرَ مِنَ السَّمَاءِ اِلَى اْلأَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ إِلَيْهِ فيِ يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ أَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

“Gökten yere kadar bütün işleri Allah yürütür. Sonra bu işler, süresi sizin hesabınızla bin yıl olan bir günde O’na yükselir”. (Secde, 32/5)

تَعْرُجُ الْمَلَئِكَةُ وَالرُّوحُ إِلَيْهِ فيِ يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ أَلْفَ سَنَةٍ

“Melekler ve Ruh (Cebrail) O’na, süresi ellibin yıl olan bir günde yükselir”. (Meâric, 70/4)
وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِه مُهَاجِرًا إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ

“Kim Allah’a ve Rasulüne hicret etmek amacıyla evinden çıkar da…”. (Nisâ, 4/100)

وَقَالَ إِنِّي ذَاهِبٌ اِلىَ رَبِّي

“(İbrahim) dedi ki: “Ben Rabbime gidiyorum…”. (Sâffât, 37/99)
Daha fazla örnek zikretmek mümkün ise de, zikredilenlerin maksadı hasıl etmeye yeteceği açıktır. Dolayısıyla “bel refe’ahu’llâhu ileyhi” (Allah onu kendi katına yükseltti) ayetini, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın diri olarak yükseltildiği şeklinde anlamanın, Allah Teala’nın -haşa- bir mekânda bulunduğu, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın da o mekâna yükseltildiği gibi bir neticeye yol açacağını söylemek hem tekellüftür, hem de Kur’an’dan bir temele sahip değildir.
O halde bu ayeti nasıl anlamak gerekir?
Mezkûr ayeti, “Allah onu (İsa aleyhi’s-selâmı) zat-ı uluhiyyetinden başkasının hükmünün yürümediği bir yere kaldırdı” şeklinde anlarsak hiçbir mesele kalmaz. Onun ref’ edildiği yer, dünya dışındadır. Dünyada isyankârların da müşriklerin de hükmü geçer. Gücü eline geçiren hükmünü yürütür. Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın ref edildiği yer ise Allah Teala’dan başkasının hükmünün yürümediği bir yerdir. Ayetin böyle anlaşılması durumunda, aşağıda gelecek olan Âl-i İmrân ayetindeki “inkâr edenlerden kurtarma ve temizleme” anlamı da yerli yerine oturmaktadır.

Ca) Bir İşkâl ve Cevabı

Bu noktada, “problem” olarak ileri sürülen bir yaklaşımla karşılaşıyoruz: Diyorlar ki: Eğer Hz. İsa ruhuyla-bedeniyle göğe kaldırıldıysa, kaldırıldığı yerde bir beşer olarak yaşıyor demektir. Bir beşerin yaşama şartları ise bellidir. Yemek yiyecek, su içecek, sıcaktan-soğuktan korunacak… vs. Bütün bunlar hesaba katıldığında Hz. İsa’nın dünya dışında bir yerde yaşaması mümkün değildir.
Nitekim Hatiboğlu hoca da bu bağlamda kendisinden önce yazıp çizenlerin iddialarını tekrar ederek, aklını İslamî esaslar dahilinde kullanan insanlardan sadır olmaması gereken “rasyonel” sorular sormayı ihmal etmiyor ve mesela şöyle diyor:
“Bu meyanda akla başka bir soru daha gelmektedir: İddia edildiğine göre (nasût âlemine) insanlar âlemine mensup olan Hz. Îsa fizikî yapısı ile yani bedeni ile beraber (lâhûtî âleme) kaldırıldı ise, şu anda kendi mîlâdî takvimine göre 2009 yaşında olmalı. Şimdiye kadar lâhûtî âlemde insan olarak yaşamını sürdürmüş ve el’an da sürdürmekte ise, fizikî her türlü ihtiyacını nasıl gidermiş ve gidermektedir? Bu problemin cevabını Yüce Mevlâ’nın (c.c.) kudretine havale ederek çözemeyiz. O’nun sünnetullah olarak ifade buyurduğu bütün semavi dinler ve doğa varlıkları için geçerli olan bir kanunu (namûs-u ilâhîsi) vardır. Bu kanunda değişiklik olmayacağı gibi Yüce Mevlâ da kendi koyduğu bu kanuna aykırı hareket etmez. (Fetih 23)”.
Şimdi Hatiboğlu hocaya sormayalım mı;
Siz Ashab-ı Kehf’in mağarada üç yüz küsur yıl uyutulduğuna ve uyandırıldıktan sonra kendilerini, az bir zaman uyumuş gibi hissettiklerine inanmıyor musunuz? Siz, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)in gecenin bir vaktinde Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürüldüğüne inanmıyor musunuz? Siz İsa (aleyhi’s-selâm)ın babasız doğduğuna inanmıyor musunuz? İnanıyorsanız bütün bunları fizik kanunlarıyla, “bütün semavi dinler ve doğa varlıkları için geçerli olan (namûs-u ilâhî) kanunu”yla nasıl bağdaştırıyorsunuz?
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde “İsa” maddesinin yazarlarından olan Prof. Dr. İlyas Çelebi’nin iddiası da Hatiboğlu’nun vehimleriyle yumurta ikizi. “İslâm’da İnanç Esasları” adlı kollektif çalışmanın (Çamlıca Yayınları, İstanbul 2002-7, s. 287) kendisine ayrılan bölümünde şöyle diyor: “... Ayrıca hala yaşayan bir İsa düşüncesi ‘Sünnetullah’a da aykırıdır. Çünkü Allah’ın koyduğu ‘hayat kanunlarına’ göre beşerin yemeden içmeden bu kadar uzun süre yaşaması imkânsızdır”.
Doğrusu şu ki, bu tarz akıl yürütmelerin ortaya koyacağı yegâne sonuç “çelişki” olacaktır. Bu nasıl bir akıldır ki, peygamberlerden sadır olan ve tabiat kanunlarını alt-üst eden mucizelere inanır, burada rasyonaliteye iltifat etmez; ama iş göğe çekilişe gelince, rasyonel gerekçelere sığınarak inkâr yoluna sapar? Bu aklın İslamî esaslar çerçevesinde çalışan bir akıl olduğunu söylemek mümkün müdür?
Bu akla işlevselliğini veren, çalışmasını temin eden sistem hangi sistemdir, yasa hangi yasadır? Bu Hıristiyan aklı mı, bu Müslüman aklı mı, bu modern akıl mı, bu felsefî akıl mı?... Hangi akıl?
Biz diyoruz ki Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın göğe çekilmesi “mümkin”dir. Niye mümkin’dir? Allah Teâlâ Kur’ân’da bize yukarıda zikrettiğim türden, rasyonaliteyle asla bağdaşmayan olayların/mucizelerin haberini verdiğine göre bunlar, (Allah Teâlâ için, zaten O’nun iradesi bakımından, kudreti bakımından asla tartışma konusu yapılamaz, ama) kat’iyyet ifade eden bir haberle bize geldiyse mümkinât’tandır. O halde yaratılış kanununu, tabiat kanununu parçalayan, ona istisna teşkil eden böyle bir olay varsa bunu bize aynı düzeyde bilgi veren naklî unsurlar için bu şekilde bir muttarid kaide olarak kabul etmemiz lâzımdır. Dahası bu da Sünnetullah’ın bir parçası, bir muktezası olarak görülmelidir.
Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın diri olarak göğe çekilmesi “mümkin” midir, değil midir? İslâmî akıl bize diyor ki eğer bu bana sahîh, sarîh ve yakîni bilgi ifade eden bir haber kaynağı tarafından iletilmişse, haber verilmişse ben buna inanırım. İslamî akıl temelinde biz böyle bir şey rasyonel olarak mümkün müdür, olabilir mi, diye sormayız. Ama Allah Teâlâ nezdinde ne yer, ne içer; üşür mü, yatar mı, uyur mu, kalkar mı …  “Bunlar akla aykırı olduğu için kabul etmeyiz” demeyiz. Çünkü bu tarz sorular, “babasız doğum” için de pekala gündeme getirilebilir.
Müslüman bilincine musallat olan virüs tam bu noktada kendisini ele veriyor. Nedir o? “Sünnet/hadis konusunda istişrak kaynaklı vehimler!”. Biz sünnetle/hadisle sabit olmuş hususlar hakkında düşünürken, çoğu zaman -farkında olarak veya olmayarak- müsteşriklerin üretip bilincimize zerk ettiği virüslerin etkisiyle hareket ediyoruz ne yazık ki. Tabiat kanunları denen şeyle, rasyonel akılla bağdaşmayan olaylar Kur’an ayetiyle haber verildiğinde kabulde tereddüt göstermezken (esasen bunların da “mitik anlatımlar” olduğunu söyleyenler türedi, ama şimdilik bunu konu dışı tutmak durumundayız), hadisle haber verildiğinde ayaklarımızın geri geri gitmesi bundandır.
Ve dikkat edelim; bu tavır bize modern zamanlarda musallat olmuştur! Bu ümmetin selefinin, muhaddisinin, müfessirinin, aliminin aklı modern zamanlarda yaşayanlar kadar çalışmıyor muydu da, 1300 küsur yıldır bu meseleleri “medar-ı itiraz” görmediler?!..
Bu işkâl ve itiraz, insanın dünyada yaşamasını mümkün kılan fizik şartların, biyolojik ve sair ihtiyaçların mutlaklığı mantığına dayalıdır. Bir başka ifadeyle; “insan, bu dünya hayatının şartlarına mahkumdur, bu dünyada insan üzerine hakim olan yasalar (tabiat kanunları), aynı zamanda onun yaşamasını da mümkün kılmaktadır. Bu yasaların cari olmadığı yerde insanın yaşaması da mümkün değildir”...
Oysa yukarıda da söylediğim gibi Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın babasız olarak dünyaya geldiğini haber vermek suretiyle bizzat Kur’an-ı Kerim tabiat yasalarını alt-üst etmektedir. Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın babasız olarak dünyaya geldiğini zorunlu olarak kabul eden Müslüman aklı, onun, tabiat kanunlarının hükmünün geçmediği bir boyutta ve yerde yaşayabileceğini de pekala kabul eder. Bu akıl, Cenab-ı Hakk’ın, koyduğu bir yasayı, irade ettiğinde devre dışı bırakmasını da bir Sünnetullah olarak telakki eder. Mesele, konuya hangi aklın çalışma ilkeleri temelinde yaklaşıldığıyla alakalıdır.

Cb) Makamını Yükseltmek?

Bu noktayla bağlantılı bir başka problemli yaklaşım da, ilgili ayetlerdeki “ref” kelimesinin, “Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın manevi mevki ve makamının yükseltilmesi” olarak te’vil edilmesiyle kendisini ortaya koyuyor. Yeryüzüne tekrar nüzul ile sonuçlanacak bir ref’i ifade etmediğini ispat gayretiyle, bu kelimenin “ref’-i menzile” anlamına geldiğini söyleyenlerin gözden kaçırdığı önemli bir gerçek var oysa:
Hz. İsa zaten şanı ve makamı yüce bir peygamberdir. Bütün peygamberlerin şanı ve makamı yücedir. Onları bir şekilde öldürüp, yani herhangi bir insanın ölümü gibi normal bir şekilde öldürüp, arkasından da onun derecesinin yükseltildiğini söylemek anlamsızdır. Zaten Kur’an-ı Kerim’de hakkında böyle bir ifade kullanılmayan her peygamber için de durum böyledir. Her peygamberin şanı yücedir. İster birileri tarafından katledilmiş, şehid edilmiş olsunlar, ister normal bir ölümle ölmüş olsunlar, bütün peygamberler manevi mevkii ve kadri yüce insanlardır. Onlar için ayrıca bu kelimenin kullanılmamış olması bu mantık için bir problemdir.
Meryem sûresinin 57. ayetinde Hz. İdris (aleyhi’s-selâm)la ilgili olarak zikri geçen; “Biz onu yüksek bir mekâna ref’ ettik” cümlesi bunun bir istisnası olabilir. Ne var ki tefsirlerin hemen hepsinde, “mekân” kelimesiyle birlikte kullanılan bu ref’in “dördüncü veya altıncı kat semaya yükseltme” anlamına geldiğini ifade eden sahabe ve tabiun sözlerine yer verilmiş olması önemlidir. Hatta sırf bu ayete dayanarak, İdris (aleyhi’s-selâm)ın halen semada yaşadığını öne sürenler olmuştur. Ancak İsa (aleyhi’s-selâm)ın nüzulüne dair sahih rivayetlerin aksine konuya dair tek bir “merfû hadis” bulunmaması, kesin bir hükme varmayı güçleştirmektedir.
İkinci olarak, ref’ kelimesinin buradaki anlamının mecazi olduğunu söylemek için ayrı bir delile ihtiyaç vardır. Kur’an’da bu kelime her yerde mecaz anlamıyla yer almamaktadır. Söz gelimi, Hz. Yusuf (aleyhi’s-selâm)ın Mısır’ın ikinci adamı olduktan sonra ebeveyni ve kardeşleri yanına geldiğinde onları tahtın bulunduğu yere yükselttiğini anlatan “وَرَفَعَ أَبَوَيْهِ عَلَى الْعَرْشِ” âyetinde de (Yûsuf, 12/100) aynı kelime kullanılıyor. Şimdi Hz. Yusuf (aleyhi’s-selâm) onların mekânını, şanını, şöhretini, makam ve mevkiini mi yüceltti?
Bu ayet, aynı zamanda Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’ndeki “İsa” maddesinin yazarını da yalanlamaktadır. İlyas Çelebi orada şöyle diyor: “… ref’ kavramı ise cansız varlıklarla ilgili olarak zikredilince maddî, insanlar hakkında kullanılınca manevî yükseltmeyi ifade eder”. (DİA, XXII, 472)
Oysa yukarıdaki ayette bu kelime insanlar hakkında kullanılmıştır ve çok açık biçimde maddî yükseltmeyi ifade etmektedir!
Öte yandan Hatiboğlu hocanın ve onunla aynı tavrı benimseyenlerin yaklaşımı doğru kabul edildiğinde ortaya bir takım problemlerin çıkması da kaçınılmazdır. Bunları kısaca şöyle ifade edebiliriz:
1. Siyak-sibak bütünlüğü içinde mecazi anlam -ayetin lafzındaki vurgu da dikkate alındığında- boşlukta kalmaktadır. Yahudilere hitaben “Onu siz öldürmediniz; bilakis Allah onu kendi nezdine yükseltti” ayeti, mecazla bağdaşmayacak büyük bir vurgu taşımaktadır.
2. İnkarcılar tarafından öldürülen -Hz. Zekeriyya (aleyhi’s-selâm), Hz. Yahya (aleyhi’s-selâm) gibi- peygamberleri Allah Teala kendisine yükseltmemiş midir ve onların makam ve mevkileri yüksek değil midir?
3. Hz. İsa gibi “ülü’l-azm” bir peygamber, Yahudiler tarafından öldürülmek isteninceye kadar kadri ve makamı yüce bir elçi değil miydi?
4. Buradaki “yükseltme”, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) öldükten sonra “ruhunun” yükseltilmesini anlatıyorsa, ölümden sonra ruhun Allah Teala katına yükseltilmesi Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a mahsus olmadığı halde “yükseltme” bu ayette niçin böyle vurgulu olarak zikredilmiş olabilir?...

2. Âl-i İmrân Sûresi 55. ayet

إِذْ قَالَ اللهُ يَا عِيسَى إِنِّي مُتَوَفِّيكَ وَرَافِعُكَ إِلَيَّ وَمُطَهِّرُكَ مِنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَجَاعِلُ الَّذِينَ اتَّبَعُوكَ فَوْقَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأَحْكُمُ بَيْنَكُمْ فِيمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ

“Hani Allah şöyle buyurmuştu: “Ey İsa! Şüphesiz, seni vefat ettireceğim. Seni kendime yükselteceğim. Seni inkâr edenlerden kurtararak temizleyeceğim ve sana uyanları kıyamete kadar küfre sapanların üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim”. (Âl-i İmrân, 3/55)
Hatiboğlu hoca bu ayet hakkında şöyle diyor: “Bu ayetlerde Hz. İsa’nın vefat (teveffî) ettiği açıkça vurgulanmaktadır. ‘Teveffî’ kelimesi kökü itibarı ile Arapça’da ‘canın alınması, ruhu bedenden ayırıp öldürmek’ anlamına geldiği halde, bazı müfessirlerce buna ‘yeryüzünden çekip almak, göğe yükseltmek’ manası verilir. Bazılarınca da ‘teveffî’nin gerçek ölüm değil ‘uykuda ruhu alıkoyma’ anlamına geldiği kabul edilir. Diğer bir kısım müfessirler ise ‘teveffi’ kelimesi ‘öldürmek’ anlamına geldiğinden bunun Hz. İsa’nın ruhunun kabzedildiğini açıkça ifade ettiği görüşündedirler”.
Hatiboğlu Hoca, “teveffi” kelimesinin Kur’an’da geçtiği yerlerin bir dökümünü verdikten sonra şunları söylüyor:
“Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi ‘teveffî’ kelimesinin anlamı, ‘canın alınması’dır. Bunlar dışında ‘teveffî’ kelimesinin geçtiği iki ayet daha vardır. Bunlarda da yine ‘teveffî’ kelimesi canın alınması anlamında kullanılır. Ancak bu ayetlerde istisnaî bir durum söz konusudur ve ayetlerde de bu durum belirtilir. Teveffî’nin ‘uyku’ anlamına kullanılıp istisnai durumun beyan edildiği ayetler: “Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı kabzeder, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır”. (Zümer, 39/42). “O’dur geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün ne işlediğinizi bilen, belli yaşam süresi dolsun diye gündüzleyin sizi dirilten (uyandıran). Sonra dönüşünüz yine O’nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir”. (En’âm, 6/60). Bu ayetlerde geçen ifade de ‘teveffî’dir. İnsanların uykusunda da canlarının alındığı bildirilir. Uykuda olanların canları uyanınca tekrar verilmektedir. Ayette uykudaki ölümün istisnası belirtilmiş ve canın daha sonra verildiği açıklanmıştır. Buradaki istisnai duruma dayanarak tüm (teveffî) kelimelerinin uyku anlamında olduğunu iddia etmek son derece yanlıştır. Çünkü diğer teveffî geçen ayetlerde uyku halinde olduğu gibi, canın geri verildiğinden, -sandıklarının aksine-  kesinlikle söz edilmez”.
Hocanın burada zikrettiği hususun “istisna” olarak değerlendirilmesi mümkün müdür? Bunun delili nedir? Kaldı ki, eğer Kur’an’ın “teveffi” kelimesini istisna olarak “ölüm” dışında başka bir anlamda kullandığını kabul etmek doğruysa, aynı istisna Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) hakkında neden söz konusu olmasın?
Şu bir gerçek ki, “vefât” ya da “teveffî” kelimesini “mevt” anlamında ilk defa Kur’ân kullanmıştır. Endülüslü dil alimi İbn Sîde (ö. 458/1066)’nin “el-Muhassas” isimli lügati açıkça ortaya koyuyor ki câhiliyye Arapları “mevt” karşılığı pek çok kelime kullanmışlardır. Bunların arasında vefât, teveffî yoktur. (el-Muhassas, VI, 119 vd.). Teveffî kelimesini “ölüm” yerine, “mevt” yerine mecâzen ilk defa Kur’ân kullandığına ve bu kelimenin hakiki anlamında “mevt/imâte” (ölüm/öldürme) olmadığına göre, Kur’ân bu kelimeyi nerede aslî anlamda nerede mecâzî anlamda kullanmıştır, buna çok iyi bakmamız lâzım. Çünkü bu kelime Kur’ân’da her yerde aynı anlamda kullanılmıyor.
Ezcümle “اللهُ يَتَوَفَّى اْلأَنْفُسَ حِينَ مَوْتِهَا” âyet-i kerimesinde (Zümer, 39/42) hem “mevt” hem “teveffî” birlikte kullanılıyor. Demek ki bu iki kelime arasında motamot bir benzerlik, aynîlik, müştereklik yok. Biri hakîkî anlam: mevt; diğeri mecâzî anlam: vefat. “Teveffî/vefât” kelimesi, hocanın söylediği gibi “kökü itibarı ile Arapça’da ‘canın alınması, ruhu bedenden ayırıp öldürmek’ anlamına” değil, “almak, kabzetmek” hatta “sona erdirmek” anlamına gelir. Kelimenin hakiki anlamı budur. (Lisânü’l-Arab, XV, 398). Bu kelimenin “mevt/ölüm” anlamında kullanılması da, “uyku” anlamında kullanılması da mecazidir. el-Müfredât’tan Tâcu’l-Arûs’a kadar pek çok kaynak bu noktayı tasrih eder. Yani eceli gelen ruhu Allah Teâlâ teveffî ettirir, alır ve beden ölür (mevt). Burada teveffî sonucu ölme var. Alma, kabzetme sonucu ölme var. Ama eğer vefat ettirilen kişinin eceli gelmemişse (örneğin uyumuşsa) onun ruhu tekrar iade edilir. “Teveffi’n-nâim” (uyuyanın teveffîsi) tabiriyle kastedilen, insanın uykuya daldığı ana kadar sahip olduğu akletme süresinin sona erdirilmesidir.
Dolayısıyla eğer vefat kelimesinin karşılığı, gerçek anlamda, bizim Türkçe’de kullandığımız gibi “ölüm” olsaydı, hocanın zikrettiği ve “istisna” kabilinden olduğunu söylediği âyet-i kerîmelerde eceli gelmemiş insanlara ruhun yeniden iadesi söz konusu olmazdı. Oysa her iki ayette de görülüyor ki, eceli gelmemişler için “vefat” var, ama “ölüm” yok. Bu itibarla “innî müteveffîke”deki “teveffî”nin “öldürme” anlamına geldiğini söyleyebilmek için ayrı bir delil gerekir.
Bu noktada Hatiboğlu hocanın, “Buradaki istisnai duruma dayanarak tüm (teveffî) kelimelerinin uyku anlamında olduğunu iddia etmek son derece yanlıştır. Çünkü diğer teveffî geçen ayetlerde uyku halinde olduğu gibi, canın geri verildiğinden, -sandıklarının aksine-  kesinlikle söz edilmez” demesi, sözün yersiz sarfından başka bir anlama gelmez. Zira böyle bir iddiada bulunan kimse yoktur!

Cc) Sıradan Bir Ölüm İçin mi?

Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın akıbeti ile ilgili ayetlerde, diğer herhangi bir peygamber hakkında varid olmayan ifadeler buluyor olmamız sıradan bir durum mudur? Yahudiler O’na tuzak kuruyor, Allah Teala da onlara karşı-tuzak kurduğunu ifade ediyor. Ve aynı bağlam içinde; “Ey İsa seni ben vefat ettireceğim; seni nezdime yükseltecek ve seni inkâr edenlerden kurtararak temizleyeceğim …” buyuruyor.
Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) çarmıh hadisesinin öncesinde veya sonrasında sıradan bir ölümle ölmüşse, buradaki “yükseltme”, “kurtarma”, “temizleme” ifadeleri ne maksatla sevk olunmuş olabilir? Yahudilerin “İsa’yı öldürdük” iddiası karşısında, “Bilakis Allah O’nu nezdine yükseltti” buyurulmasında bir incelik bulunmalı değil midir? Eğer Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın akıbetinde bir “olağan dışılık” yoksa bütün bu vurguların anlamı nedir?
Kur’an-ı Kerim’de başka herhangi bir peygamberin akıbeti hakkında bu tarz ifadelerin yer almamış olmasının elbette bir anlamı vardır. İnkârcı kavimleri tarafından öldürülmek istenen -Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dahil- pek çok peygamber olduğu halde, hiç birisi hakkında “kurtarmak”, “temizlemek”, “yükseltmek” gibi ifadelere rastlamıyoruz. Bu, üzerinde düşünmeye değer bir nokta değil midir? Bir davayı desteklemek ya da bir iddiayı reddetmek amacıyla değil, nötr bir tavırla yaklaşıldığında bu söylediğim husus dikkate değer değil midir? Hocaya çağrım şudur: Kur’an-ı Kerim’in, kelam-ı ilahi olarak anlamsız, fuzuli, gereksiz ifadeler ihtiva etmekten münezzeh olduğu tarafınızdan da şüphesiz kabul edildiğine göre; gelin kendinize bu nokta üzerinde bir kere daha düşünme şansı tanıyın!..

Cd) Vehme dayalı senaryo?

Hatiboğlu Hoca, üzerinde durduğumuz Âl-i İmrân sûresinin 55. ayet-i kerimesinin delaleti hakkında sözü bir hayli uzatıyor ve şunları söylüyor:
“Hz. İsa ile ilgili ayetlere tekrar bakıldığında, O’nun canının alındığını bildirdiği ve daha sonra geri verileceği yönünde hiçbir ifade hatta îma bile bulunmadığı görülecektir. Onun uyku halindeki gibi olduğunu iddia etmek sadece konuyu çarpıtmaktan öteye gitmeyen bir iddiadır. Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne döneceği iddiasında bulunanların buna delil göstermeye çalıştıkları ayetlerin önde geleni, yukarıda da zikrettiğimiz ve konuya daha da açıklık getirmek için tekrar döneceğimiz şu ayet-i kerimedir: ‘Hani Allah, İsa’ya demişti ki: Ey İsa! Ben seni vefat ettireceğim ve seni nezdime yücelteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim, sapanların üstüne geçireceğim. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır’. Bu ayette geçen ‘sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım’ ifadesinden yola çıkarak, sözde Hz. İsa’nın tekrar geleceğinin Kur’an’da bildirildiği iddiasında bulunulmaktadır. Bu senaryoya göre Hz. İsa yeryüzüne dönecek ve dünya hâkimiyetini kendisine inananlarla beraber kuracaktır. Oysa böyle bir iddia tamamen Kuran’da anlatılmayan, vehme dayalı bir senaryodur. Bu ayetin hiçbir yerinde Hz. İsa’nın yeryüzüne tekrar gelişinden söz edilmemektedir. Hz. İsa’ya uyanlar kıyamete kadar insanların üstüne geçecektir. Bu ayette vaat edilen budur. Yoksa Hz. İsa gelecek, sonra tüm insanları birleştirecek ve insanların üstüne önder olacak gibi bir mantık ayette kesinlikle yoktur. Burada ayetin anlamı kaydırılarak Kur’an’da bildirilmeyen bir şeyi söylemek ve böyle bir sonuç çıkartmak yanlış bir yaklaşımdır. Burada kastedilen; Hz. İsa’ya iman edenler, Müslümanlardır. Müslümanlar ona bir peygamber olarak iman ederler. Burada Müslümanların dünyada bir düzen kuracakları açıklanmaktadır. Bunun için Hz. İsa’nın tekrar gelişi gibi bir ön şart belirtilmemiştir”.
Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın ref’ edildiğini ve kıyamete yakın yeryüzüne ineceğini söyleyenler -ki hocanın da içinde bulunduğu bir “şirzime” dışında Ümmet-i Muhammed’in tamamının itikadı budur!- bunu “vehme dayalı bir senaryo” olarak kendi kafalarından düzmemişler, bir kısmını gördüğümüz, bir kısmını da göreceğimiz ayetlerle, yine yeri geldiğinde durumlarını göreceğimiz hadislere dayanmışlardır.
Dolayısıyla manzarayı doğru tesbit etmek durumundayız: Bir tarafta 1400 küsur sene boyunca bir kısım ayet-i kerimelerin ve onların tefsiri sadedinde varid olmuş mütevatir hadislerin bildirdiği itikadı benimseyen Selef’ten halefe bütün bir Ümmet-i Muhammed; öbür tarafta ise, “bana bu meseleyi tartıştıran nedir?” sorusunu aklına bile getirmeden ilgili ayetlerin delaleti, hadislerin ise sübutu üzerinde tartışma bulunduğu vehmini itikad haline getirmiş “selefsiz”ler.
Bir an için farz edelim ki -hocanın ve onun gibi düşünenlerin iddia ettiği gibi- ilgili ayetlerin delaleti tartışmalıdır ve ilgili hadisler de mütevatir değildir. Böyle bir durumda ilgili ayetleri, tevatür seviyesine ulaşmamış olsa bile sıhhatinde tartışma bulunmayan hadisler doğrultusunda anlama hassasiyeti gösterenler mi, yoksa onların karşısında yer alanlar mı “vehme dayalı senaryo” yazmakla itham edilmeyi hak etmektedir? Kur’an’ı sahih hadislere dayanarak anlama zorunluluğunu “vehim”, bunun ortaya koyduğu neticeyi “senaryo” olarak nitelendirmek Hulusi Hatiboğlu hocaya kimlerden mirastır?
Yazısına “Kur’an ve Sahih Sünnet” söylemiyle giren hoca, yazının ortalarında bu söylemi ne çabuk terk etmiştir? Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın öldüğünü ve kıyamete yakın yeryüzüne gelmeyeceğini ifade eden bir tek hadis gösteremediği sürece, söyleminin hakkını verememiş sayılacaktır. Böyle iddialı-ithamlı bir yaklaşıma bir tek hadis-i şerifle istidlal edememiş olmak da hocanın üzerinde derin derin teemmülde bulunması gereken bir talihsizliktir.
Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a ittiba edenlerin kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılınacağını ifade eden Âl-i İmrân sûresinin 55. ayetinden ne anlamamız gerekir? “Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a ittiba edenler” ifadesi Ümmet-i Muhammed’i anlatıyorsa, bu delaletin vakıayla mutabakat halinde olmadığını söylememiz gerekiyor. Zira şu anda Ümmet-i Muhammed’in madde planında kâfirlere galip ve üstün olmadığı açık!
Hatiboğlu hocanın, bu ifadenin delaletini; “Burada Müslümanların dünyada bir düzen kuracakları açıklanmaktadır” diyerek bir cümleyle geçiştirmesi doğrusu hiç de ikna edici değildir. Ayetin bu mutlak ifadesini bu şekilde “gelecek zamanda bir kesit”le takyid etmek için ayrı bir delile ihtiyaç bulunduğu açıktır. Kur’an ayetlerini bu şekilde keyfemâyeşâ te’vile kalkışması, sahip olması gereken ilmî formasyonla gayr-ı mütenasip bir manzara arz ediyor.
Bir an için hocanın bu tevilinin dikkate alınmaya değer olduğunu kabul edelim. O zaman bize de şunu sorma hakkı doğar: Sizin, ayeti, herhangi bir delile dayanmadan bu şekilde te’vil etmeniz doğrudur da, nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm)a inananların, ilgili rivayetlerin delaletine dayanarak ayeti, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın nüzulünden sonra mü’minlerin tesis edeceği hakimiyete hamletmesi niçin yanlıştır? Bunun mantıklı, tutarlı bir yanı olabilir mi?...
Öte yandan hocanın, yine bu ayet hakkında; “Burada kastedilen Hz. İsa’ya iman edenler, Müslümanlardır. Müslümanlar ona bir peygamber olarak iman ederler” tarzındaki tesbiti de son derece tartışmalıdır. Zira her şeyden önce ayette Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a “inanmak”tan değil, “ittiba etmek”ten bahsolunmaktadır. Rasul-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) efendimizin bi’setinden sonra insanların, O’ndan başkasına ittiba etme muhayyerliği yoktur! Evet Müslümanlar diğer peygamberlerin tamamına “iman” ederler. Ancak onların bize kadar tahrife uğramadan intikal etmiş kitap ve şeriatleri bulunmadığı, farz-ı muhal bulunmuş olsa bile Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)den başkasına ittiba etmemiz yasaklandığı için onlara “ittiba”mız söz konusu değildir. Hatta Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)in bildirdiğine göre geçmiş peygamberlerin herhangi birisi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)in peygamberliğini idrak etmiş olsaydı, O’na ittiba etmekten başka bir şey yapmayacaktı. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 387; Abdürrezzâk, Musannef, VI, 112-3; İbn Ebî Şeybe, Musannef, VI, 228; İbn Ebî Âsım, Kitâbu’s-Sünne, 27; el-Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, I, 174).
Üstelik Müslümanlar herhangi bir Kur’an ayetinde ve herhangi bir sahih hadiste “İsa’ya ittiba edenler” şeklinde nitelendirilmiş değildir. Müslümanların ayırt edici vasfı Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem)e ittiba etmeleridir. O halde -hocanın ifadesiyle- gelecekte dünyada bir düzen kuracağı haber verilen Müslümanların “Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a ittiba edenler” şeklinde nitelendirildiğinin söylenmesinin bir gerekçesi, mantığı ve delili olması gerekir.
Bir iddiayı sahipleneceğim derken bu türlü arızalarla malul bir yaklaşım benimsemenin adı “tekellüf” değilse nedir?
Bütün bunlardan sonra mezkur ayetin, kıyamet öncesinde nüzul edecek olan Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a ittiba edenlerin etmeyenlere galip geleceğini anlattığını söylemek elbette daha makul ve ikna edicidir. Özellikle de ilgili hadislerin açıklayıcılığına başvurularak anlaşılmaya çalışıldığında, ayetin bu noktaya delalet ettiği daha rahat anlaşılacaktır.
Bir sonraki ayet üzerinde dururken göreceğimiz gibi, Hatiboğlu hoca orada muhataplarını “ayette olmayan bir şart ortaya atmakla ve ayetin anlamını çarpıtmakla”, “bu olsa olsa böyle olur mantığıyla sonuç çıkartmaya çalışmakla” suçlamaktadır. Oysa burada bu fiili işleyen bizzat kendisidir.

3. Nisâ Sûresi 159. ayet

وَإِنْ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ إِلاَّ لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا

“Ehl-i Kitap’tan hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce ona iman etmiş olmasın. Kıyamet gününde de o, onların aleyhinde şahitlik edecektir”. (Nisâ, 4/159)
Hatiboğlu hoca bu ayetin delaleti hakkında şunları söylüyor:
“Bu ayette de dikkat edilirse, yine Hz. İsa gelecek diye bir anlam ya da ima yoktur. Sadece Kitap ehlinden olanların ölmeden önce ona inanacaklarını bizlere bildirmektedir. Bu ayetten yola çıkarak Kitap ehlinin ölmeden önce Hz. İsa’ya inanması ancak onun gelmesiyle olur, öyle ise Hz. İsa gelecektir gibi yorumlar yapmak yanlıştır. Burada ayette olmayan bir şart ortaya atılmakta ve açıkça ayetin anlamı çarpıtılmaktadır. Bir kere ayette Kitap Ehli’nden olanların kıyamete yakın bir zamanda Hz. İsa’ya iman edeceklerine dair bir ifade yoktur. Bu ayette tüm Kitap Ehli kastedilmektedir. Ayrıca ölümlerinden önce Kitap Ehli’nin iman etmeleri için Hz. İsa’yı görmeleri gibi bir şart da ayete göre söz konusu değildir. Hz. İsa’nın sağlığında bile onu görüp kitap ehlinden iman etmeyen birçok kişi olmuş ve hatta onu öldürmeye bile kalkmışlardır. ‘Bu olsa olsa böyle olur’ mantığıyla bu sonuç çıkartılmış, Kur’an’da bildirilenin dışında bir ön yargıyla bir iddiada bulunulmuştur. Ayrıca ayetin devamı dikkatle okunduğunda çok önemli bir gerçek ortaya çıkacaktır. Hz. İsa ölümlerinden önce kendisine iman edenlerin hakkında kıyamet günü aleyhlerinde şahitlik yapacaktır. Bu ayetin Arapça metninde “aleyhim” ifadesi geçmektedir. “Aleyhim” kelimesinin “onların üzerine” veya “aleyhlerine” anlamları vardır. Bu kelime şahitlik yapmak fiiliyle kullanıldığında bu şahitliğin olumsuz olduğu yani aleyhlerine olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’da bu iki kelimenin geçtiği ayetlere bakıldığında bu anlaşılacaktır (…) Ayetin devamıyla düşünüldüğünde kitap ehlinden ölümlerinden önce Hz. İsa’ya iman edenlerin imanının makbul bir iman olmadığı anlaşıldığı gibi, aksine Hz. İsa (as) onların aleyhlerine şahitlik yapacaktır. Bu iman Firavun’un imanı gibi kabul edilmeyen bir imandır. Üstelik burada söz edilen kitap ehli, kıyamet gününe yakın olanlar değil, Hz. İsa’dan sonra yaşayan tüm kitap ehlini kapsar. Bunların hepsi ölümlerinden önce Hz. İsa’nın Allah’ın elçisi olduğuna iman etmektedirler. Fakat ölüm anından önce olan bu iman makbul bir iman değildir. Hesap günü Hz. İsa onlardan şikâyetçi olacaktır. Yukarıdaki ayetin önce ve sonrası okunduğunda burada kitap ehlinden Yahudilerin eleştirildiği görülecektir. Şimdi ayetin başına dönersek; bu ayetin neresinde Hz. İsa tekrar yeryüzüne gelecek şeklinde bir anlatım yahut da ima vardır? Neye dayanarak böyle bir sonuç çıkarılmaktadır? Görüleceği gibi bu iddia sadece bir vehimdir ve bu yanlış yorumlar Kur’an’a ait değildir”.
Evet hocanın yaklaşımı böyle. Bu ayeti, “Ehl-i Kitaptan her bir fert ölüm kendisine geldiği zaman İsa’ya iman edecek” şeklinde anlasak, bu, pürüzsüz ve problemsiz bir anlama şekli olur mu?
“Ehl-i Kitaptan her bir fert kendisine ölüm gelmeden önce İsa’ya iman edilmesi gerektiği gibi iman edecek”. Bu neyi gösteriyor? Yani Ehl-i Kitaptan her bir fert Hz. İsa’ya bihakkın, gereği gibi iman edip ölse ne olur? İman etmiş, mü’min olarak mı ölmüş olur? Hayır. Ehl-i Kitap, Efendimiz (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm)a iman etmeden, sadece Hz. İsa’ya iman etse bunun bir anlamı, geçerliliği olmaz.
Buradaki “iman”ın muteber olmayan bir iman olduğu söyleniyor; hoca ve onun gibi düşünenler tarafından. Madem bu iman fayda vermeyecek, o halde niçin Rasul-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem)e değil de Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a iman?
Bir an için Hz. İsa’ya gereği gibi iman etmenin Efendimiz’e imanı da getireceğini söyleyelim. Çünkü Hz. İsa, Efendimiz’in geleceğini söylüyor. Kur’ân’ın bu husustaki beyanı malum (Saff, 61/6). O zaman burada Hz. İsa’ya imanın zikredilmesinin manası nedir? Diyelim ki Ehl-i Kitap’tan her biri ölmeden önce Hz. İsa’ya iman etti; ve böylece Hz. İsa’nın müjdelediği Peygambere (sallallâhu aleyhi ve sellem) iman etmiş oldu.
Ama o zaman Ehl-i Kitaptan her bir ferdin doğrudan Efendimiz’e iman etmesi Hz. İsa’ya ve diğer bütün peygamberlere imanı da tazammun edeceğinden; daha garantili, daha kestirme, daha Kur’ânî bir ifade olmaz mı?... Olur. O halde bunu biz, “Ehl-i Kitaptan her bir fert Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a bihakkın iman edecek” tarzında anlayamayız. Bu zorlama bir yorum olur.
Ehl-i Kitap’dan her bir ferde ölüm gelmeden önce onların Hz. İsa’ya iman etmesinin bir hükmü, bir neticesi, bir müteallakı yok. Çünkü ortada Efendimiz var. Böyle bir vakıa var. Son Peygamber var. Ehl-i Kitap için de, diğer insanlar için de ona iman etmek bir zorunluluktur.
Burada bir noktayı daha dikkatlere sunalım: Bu, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) hakkında “mevt” kelimesinin kullanıldığı iki ayetten biridir. (Diğeri, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın akıbetiyle ilgili olmayan Meryem sûresinin 33. ayetidir). Fakat Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın çarmıh hadisesi etrafında, o tarihsel durumun öncesinde veya sonrasında öldüğüne delalet etmiyor bu âyet. Doğrudan, açık “mevt” kelimesi var burada. Ancak Hz. İsa’nın ölüm zamanıyla ilgili, o çarmıh hadisesine bir atıf yok. Mutlak bir ifade var. Biz buradan (vefat, teveffî kelimeleri hakkında yukarıda yaptığımız izahatı da hesaba katarak düşünürsek) şunu anlıyoruz: “Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın ne zaman ki gerçek anlamda ölüm/mevt vakti gelecek, işte o ölümü/mevti tatmadan önce, o hadiseyi yaşamadan önce mevcut Ehl-i Kitab’ın hepsi ona iman edecek”. Anlamı bu şekilde kabul edersek sağlamasını nasıl yapabiliriz?
Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) kıyamete yakın yeryüzüne nüzul edecek, kendisini kabul edenlerle zaten mesele yok, anlaşacak; onlar kendisine gerçek anlamda iman edip tabi olacaklar. Diğerleriyle savaşacak ve bu savaş neticesinde hayatta kalan Ehl-i Kitab’ın her bir ferdi Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a iman edecek. İşte bu, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a bu zaman diliminde getirilen iman ve inkıyad, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)e iman ve inkıyadı da doğrudan tazammun eder. Hem zamansal olarak, hem mefhum olarak. Çünkü Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) kıyamete yakın geldiğinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)in getirdiği şeriatla amel edecek. Ona tâbi bir insan olacak. Dolayısıyla Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) etrafındaki tartışmalar, ondan sonra Ehl-i Kitab’ın Müslümanlarla olan münakaşa ve ihtilafları, onların Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın o konumuna iman etmeleriyle son bulacak. Her iki peygambere de imanı içine alan bir şey bu. Dolayısıyla biz bu ayet-i kerimenin Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın kıyamete yakın yeryüzüne tekrar geleceği ve kendisine iman etmeyenlerle savaşmasından, Deccal ile mücadelesinden sonra hayatta kalan Ehl-i Kitap’tan her bir ferdin ona iman edeceği şeklinde de anlaşılmasının yanlış olmayacağını söylüyoruz. Rivayet tefsirlerinde görüleceği üzere bu, aynı zamanda İbn Abbâs, el-Hasenu’l-Basrî, Ebû Mâlik, Katâde, İbn Zeyd, et-Taberânî… tarafından da benimsenmiş olan bir tefsir tarzıdır.
Burada Hatiboğlu hocanın, ayetin bu şekilde anlaşılmasına mani teşkil ettiğini söylediği bir noktaya değinelim: Ayetin sonunda, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın, Ehl-i Kitap aleyhine şahitlik edeceği vurgulanıyor. Buna göre eğer buradaki iman muteber bir iman olsaydı, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın onlar aleyhinde şahitlik etmesi söz konusu olmamalıydı.
Tarihî bilgiler, Hıristiyanlık ortaya çıkıp hakimiyet tesis edene kadar Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın bağlıları olan muvahhid/mü’min İsevî topluluklar bulunduğunu ortaya koymaktadır. Roma İmparatorluğu’nun gücüyle milâdî 325’te İznik Konsili’nde devre dışı bırakılan Ariyüs ve takipçileri bu çizginin gözde temsilcileridir. Efendimiz (sallalâhu aleyhi ve sellem) döneminde Habeşistan necaşisi olan Ashame de aynı çizginin takipçisiydi. (Hatta bugün dahi Avrupa’da kendilerine “Hür Hıristiyanlar” diyen ve Hz. İsa’nın ilah değil, kul-peygamber olduğuna inanan bir topluluk bulunduğu bilinmektedir). Kur’an’ın “Hepsi bir değildir...” buyurarak (Âl-i İmrân, 3/113) diğerlerinden ayrı tuttuğu kesime, -Allahu a’lem- işte o fetret devrinde bu çizgiyi sürdürenler de dahildir.
İşte bu kesim zorunlu olarak ayetin istisnasını teşkil eder. Zira onlar sadece ölümleri öncesinde değil, bütün hayatları boyunca Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a iman ve inkıyad içinde yaşamış olmaları hasebiyle, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) tarafından aleyhlerinde şahitlik edilecek olanlardan değildirler. Âl-i İmrân sûresinin 110. ayetinde; “Onlardan mü’min olanlar vardır...” buyurulmak suretiyle diğerlerinden ayrı tutulan Ehl-i Kitap içine, -Allahu a’lem- bunlar da dahildir.
Nisâ, 159. ayetinin umum bildirmediğini, yani “Ehl-i Kitap” kavramının içine giren kim varsa hepsine şamil olmadığını Âl-i İmrân 110. ayeti tasrih ettiği (yani bu ayet öbürünü tahsis ettiği) gibi, burada bir tahsis bulunduğunu Hatiboğlu hoca da itiraf etmektedir: “Üstelik burada söz edilen kitap ehli, kıyamet gününe yakın olanlar değil, Hz. İsa’dan sonra yaşayan tüm kitap ehlini kapsar. Bunların hepsi ölümlerinden önce Hz. İsa’nın Allah’ın elçisi olduğuna iman etmektedirler. Fakat ölüm anından önce olan bu iman makbul bir iman değildir. Hesap günü Hz. İsa onlardan şikayetçi olacaktır. Yukarıdaki ayetin öncesi ve sonrası okunduğunda burada kitap ehlinden Yahudilerin eleştirildiği görülecektir”.
Bu pasajın başıyla sonu arasındaki çelişki üzerinde durmayacağım. Burada önemli olan, ilgili ayetin Hatiboğlu hoca tarafından da tahsis edildiğidir. Dolayısıyla onun, burada benim zikrettiğim tahsisin isabetli olmadığı gibi bir iddiada bulunma şansı yoktur.
Üstelik, yukarıdaki pasajın başında yer alan, ilgili ayetin “Hz. İsa’dan sonra yaşayan tüm kitap ehlini kapsadığı” tesbiti de tartışmaya açıktır. Zira Ehl-i Kitap kategorisi içinde yer aldıkları halde yukarıda zikrettiğim kişi ve zümreler zorunlu olarak bu genel hükmün dışında tutulmalıdır. Hz. İsa (aleyhi’s-selâm), tebliğ ettiği hak çizgi üzerinde yürümekten başka bir vasfı bulunmayan bu kişi ve zümreler aleyhine niçin şahitlik etsin ki!...
Hasılı Ehl-i Kitap içinde bir kesimin, bu ayetin hükmünden istisna edilmesinin bir zorunluluk olduğu ortaya çıktığına göre; aleyhlerinde şahitlik edilecek olan Ehl-i Kitab’ın, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) terk-i dünya etmeden önce ve ettikten sonra kendisini inkar eden Yahudi ve Hıristiyanlardan müteşekkil olduğu da kendiliğinden taayyün etmiş olur.

4. Âl-i İmrân Sûresi 46. ayet

وَيُكَلِّمُ النَّاسَ فِى الْمَهْدِ وَكَهْلاً وَمِنَ الصَّالِحِينَ

“O, beşikte de, yetişkinlik çağında da insanlarla konuşacak, salihlerden olacaktır”. (Âl-i İmrân, 3/46)
Hatiboğlu hocanın bu ayet hakkındaki değerlendirmeleri şöyle:
“Buna göre Hz. İsa’nın Meryem suresinin 30. ayetinde, henüz beşikte bir bebek iken; ‘Çocuk şöyle dedi: Ben Allah’ın kuluyum, O bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı’ diye konuştuğu haber verilmektedir. Öyle ise yetişkinlik halindeki konuşmasını ahir zamanda, tekrar geldiğinde yapacaktır, diye bir sonuç çıkarılmaktadır. Zira ayetteki ‘kehlen’ kelimesinin anlamı iddiaya göre, ‘yaşlılıkta’ olarak ifade edilmektedir. Buna göre, ‘İsa (as) kaldırıldığında veya ortadan kaybolduğunda otuz üç yaşlarında yani ihtiyar sayılmayacak bir yaşta idi’ denilmektedir. Burada ‘kehlen’ kelimesinin yalnızca ihtiyarlık hali anlamına geldiğini öne sürerek, bunun da ancak ikinci sefer geldiğinde mümkün olacağını iddia etmek ayetin anlamını maksada uydurmak için çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Oysa birçok müfessir ‘kehlen’ kelimesini, ‘kendisine vahiy geldikten sonraki olgunluk yaşında’ olarak tefsir etmişlerdir. Bu şekilde tefsir eden müfessirlerden birisi de Allame İbn-i Kesîr’dir. Hz. İsa (as) bu olgunluk çağı konuşmasını hayatta iken, vahiy kendisine geldikten sonra zaten yapmıştır”.
Hocanın buradaki tavrı, “kehlen” kelimesinin “birçok müfessir” tarafından anlaşılma biçimi üzerine bina edilmiş görünüyor. Bu demektir ki, bu kelimeyi onlar gibi anlamayan müfessirler de vardır ve onların anlayışı esas alındığında ayet farklı anlaşılabilecektir.
Nitekim Râğıb-ı Isfehânî (v. 502/1108), “k-h-l” kelimesini “saçı sakalı ağarmaya başlayan kişi” olarak açıklamıştır. Arap dili konusunda Zemahşerî (v. 538/1143) gibi bir zirveyle dahi rahatlıkla yarışan müfessir Ebû Hayyân (v. 745/1344), “kuhûlet” döneminin 60 yaşında biteceğini, bundan sonra “şeyhûhet” döneminin başlayacağını söyler. “Kuhûlet” döneminin  50 veya 52 yaşında biteceğini söyleyenler bulunduğunu da belirtir. Müfessir el-Âlûsî de (v. 1270/1854) erkekle kadının hangi yaşlarda/dönemlerde hangi sıfatlarla anıldığını sıralamış, bu cümleden olarak “kuhûlet”i 50-60 yaşları arası dönem olarak zikretmiştir. Dirayet ehli müfessirlerden naklen zikrettiğim bu örnekler, “kuhûlet” meselesinde İbn Kesîr’den veya daha başka birkaç müfessirden yapılan nakille yetinmenin doğru olmayacağını göstermek için yeterlidir.
Hatiboğlu hocanın “kehlen” kelimesinin izahı sadedinde “Allame” diyerek sözünü senet kabul ettiği İbn Kesîr’e, Nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm)a dair rivayetleri “mütevatir” kabul etmesi noktasında arkasını dönmesi ve Reşid Rıza ile Abdülkerim el-Hatib’e tabi olması düşündürücüdür. “Ayetin anlamını maksada uydurmak için çarpıtmak” cümlesi içinde geçen “maksad”dan murad, İbn Kesîr’in de içlerinde bulunduğu kahir ekseriyetin mütevatir kabul ettiği “hadisler”dir!

5. Zuhruf Sûresi 61. ayet

وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِلسَّاعَةِ فَلاَ تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ

“Ve şüphesiz o, kıyamet için bir bilgidir. Artık ondan asla şüphe etmeyin ve bana uyun..”. (Zuhruf, 43/61)
Hatiboğlu hoca bu ayet hakkında şunları söylüyor:
“Bu ayette ‘O’ zamirinin Hz. İsa olduğunu söyleyip, onun kıyamet saati için bir ilim olmasının ancak kıyametten önce tekrar gelişiyle mümkün olabileceği iddia edilmektedir. Oysaki bu ayette geçen ‘O’ zamiri hakkında iki farklı görüş vardır: Biri ‘O’ zamirinin Kur’an’ı işaret ettiği; diğeri ise Hz. İsa’yı işaret ettiğidir. ‘O’ zamirinin Hz. İsa’yı işaret ettiğini kabul etsek bile, ayetin doğrudan anlamından Hz. İsa’nın yeniden yeryüzüne gelişini söyleyen veya işaret eden bir ifade bulunmadığı görülecektir. Bu ayette de diğerlerinde olduğu gibi bir ön kabul yapılmakta ve Hz. İsa’nın kıyamet için bir ilim olması ancak kıyametten önce gelişiyle olabilir denilmektedir. Örneğin bir başka Kur’an ayetinde ‘kıyamet yaklaştı’ şeklinde bir ifade bulunmaktadır (Kamer, 54/1). Günümüzden 14 asır önce de Kur’an’ı okuyan bir kişi bu ayetle karşılaştığında kıyametin yaklaştığını okumaktaydı. Fakat aradan 1450 yıla yakın bir zaman geçmiştir ve hâlâ kıyamet kopmamıştır, fakat kıyamet bize yakındır. İnsanlık tarihine göre yaşanan zaman ayetin ifadesiyle kıyamete yakın bir zamandır. Ama kıyametin kopması daha asırlarca sürebilir veya yarın da kopabilir. İşte bunun gibi; ayetin ifadesiyle Hz. İsa kıyamet için bir ilimdir. Yani Hz. İsa’nın gelişi kıyamet saatinin bilgisini verecektir. Fakat ayette Hz. İsa’nın gelişinden hemen sonra kıyamet kopacak gibi bir anlatım da yoktur”.
Bu ifadelerin, “Nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) inancına ne pahasına olursa olsun karşı çıkmalıyım” tarzındaki tekellüfün eseri olarak kaleme alındığı ne kadar açık! Bizzat kendisi, ayetteki “o” zamirinin Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ı anlattığı görüşünü benimseyenler bulunduğunu söylediği halde, yine de bir takım bahanelerle itiraz geliştirmek için çabalaması gerçekten düşündürücüdür.
Açıktır ki burada bağlam Kur’an’dan değil, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)dan bahsediyor ve başta İbn Abbâs ve Ebû Hureyre (r.anhuma) olmak üzere, Ebu’l-Âliye, Ebû Mâlik, İkrime, el-Hasenu’l-Basrî, Katâde, ed-Dahhâk, es-Süddî ve daha başkaları zamirin Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)a gittiğini tasrih ediyor! (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, VII, 325; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, IV/167).
İkinci bir nokta da şudur: Söz konusu zamirin Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ı anlattığı görüşünü benimseyen Sahabe ve Tabiun’a mensup bu isimlerin hemen tamamı, ayetin, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın kıyamet öncesi nüzulüne delalet ettiğini söylemiştir.
Makul olan da budur. Zira Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın peygamber olarak gönderildiği tarihin üzerinden 600 küsur yıl geçtikten ve ahir zaman nebisi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildikten sonra Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın “kıyamet için bir bilgi” olduğunun söylenmesinin nasıl bir anlamı olabilir? Eğer bu ayette kıyamete zamansal olarak yakınlıktan söz ediliyorsa, elbette en münasibi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)in zikredilmesidir.
Öte yandan; “ayette Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın gelişinden hemen sonra kıyamet kopacak gibi bir anlatım yoktur” tesbiti, Usul-i Fıkıh’tan, Usul-i Tefsir’den, delalet vecihlerinden hiç haberi olmayan birisinden sadır olsa şaşırmazdık. Ama Hulusi Hatiboğlu gibi üst düzey tahsil görmüş bir hocadan böyle bir cümlenin sadır olması gerçekten şaşkınlık vericidir! Evet, bu ayet “dâl bil iktizâ” tarikiyle Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın kıyamete yakın nüzul edeceğini anlatmaktadır.
Bir diğer kıraatte de “لَعَلَمٌ للساعة” şeklinde geliyor. Sahih bir rivâyettir bu. Bu takdirde anlam daha açık oluyor. Hz. İsa kıyâmete alâmet, işâret oluyor. Daha açık ve daha doğrudan bir anlam ortaya çıkıyor bu durumda. Bazı müfessirler bunu Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın babasız doğmasının ve gösterdiği birtakım mucizelerin bir kıyamet alameti olduğu şeklinde anlıyorlar. Ancak bunun, -Allâhu a’lem- Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın doğumu esnasında, Âl-i İmrân sûresinde Hz. Meryem etrafında gelişen tartışmalar bağlamında zikredilmesi gerekir gibi geliyor insana. Tabii ki Allah Teâlâ dilediği âyeti dilediği yerde zikreder. Efendimiz bunları tevkifî olarak tesbit etmiş. Ama burada bu yorum, bağlama uymuyor. Yani Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın kıyamet için “bilgi” olması ne demek? Babasız doğması demek? Nasıl bir bilgi olabilir bu? Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) “babasız doğduğum için ben bir kıyamet alametiyim” demiştir şeklinde bir bilgi var mı elimizde? Veya o zaman, doğduğu dönemde, o tarihsel çevreyi düşünelim. Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) babasız doğdu diye “kıyamet yaklaşıyor” diyenler oldu mu? Hz. İsa’yı kıyâmete alâmet sayanlar oldu mu? Tarihsel olarak böyle bir zemin de yok. Dolayısıyla Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın kıyamet için bir bilgi veya alamet teşkil etmesi, onun nüzulüyle söz konusu olacaktır. Böyle kabul ettiğimizde, ayet-i kerimenin anlamı daha bir yerli yerine oturmaktadır.

Ce) Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın Nüzulüne İnanmak Kur’an’la Çelişmek midir?

Hatiboğlu hoca Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın ref’i ve nüzulü konusundaki şazz tavrını öylesine mutlaklaştırmış ki, bu tavırla örtüşmeyen kabul ve inançların açıkça Kur’an’la çelişmek anlamına geleceğini söylüyor.
Şöyle diyor hoca:
“Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne döneceğini bir an için kabul edelim. Bu durumda yaptığımız kabul açıkça Kur’an’daki ayetlerle çelişecektir. Hz. İsa kendisine kitap verilmiş bir nebidir. Eğer ikinci sefer gelecekse yine nebi olacaktır. O’nun ikinci gelişinde nebi olmayacağını iddia etmek dayanağı olmayan açık bir saptırmadır. Kuran’da Hz. İsa’nın nebiliğini ortadan kaldıran hiçbir ayet olmadığı gibi sahih bir hadis de yoktur. Bununla beraber Kur’an’da Hz. Muhammed’in nebilerin sonuncusu olduğu bildirilmektedir: ‘Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; ancak o, Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir’ (Ahzâb, 33/40). Bu durumda Hz. İsa’nın tekrar geleceğini iddia etmek bu ayetle açıkça çelişir. Çünkü son nebi Hz. Muhammed’dir ve ondan sonra bir daha nebi gelmeyecektir. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’de diğer konulara nazaran, sıradan sayılabilecek; mesela Nûr suresi 27. ayette; ‘Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) ev halkına selam vermedikçe girmeyin, bu sizin için daha iyidir, herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız’ gibi daha birçok önemine binaen, sıradan konudan detaylı olarak söz edilirken, ülülazm bir resûl olarak gelmiş bir peygamberin risaletinden soyutlanarak tekrar gönderileceği gibi bir konunun Kur’an’da açıkça zikredilmemesi hikmet-i ilâhi yönünden nasıl izah edilebilir. Sonuç olarak Hz. İsa’nın tekrar yeryüzüne dönüşüne delil olarak gösterilmeye çalışılan ayetler bunlardır. Görüldüğü gibi ayetlerde bildirilen Hz. İsa’nın öldüğüdür. Bunun ötesinde hiçbir ayette tekrar yeryüzüne döneceğine dair sarih bir ifade bulunmamaktadır. Ayrıca Kur’an’da Hz. Peygamber’den önce gelen hiç bir beşere ölümsüzlük verilmediği ifade edilmektedir: ‘Biz senden önce hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar? (Enbiyâ, 21/34)”.
Hatiboğlu hocanın burada öne sürdüğü tezlerin, “Kur’an’la çelişme” iddiasını haklı çıkaracak kuvvette olmadığı açık olmasına rağmen, ben yine de -kısa da olsa- maddeler halinde mukabelede bulunacağım. Ancak daha önce bir noktayı tasrih edelim:
Nüzul-i İsa meselesi, rivayetlerin açıkça ortaya koyduğu gibi, Sahabe döneminden beri bütün Ümmet-i Muhammed’in üzerinde ittifak ettiği bir inanç olarak tevarüs edilmiştir. Mü’min hassasiyetine sahip bir insanın, modern zamanlarda ortaya çıkmış nev-zuhur bir yaklaşımı Kur’an’la bu kadar aynîleştirmesi ve aksinin Kur’an’la çelişmek anlamına geleceğini söylemesi gerçekten üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir savrulmayı işaret etmektedir. Hangi aklı başında mü’min, Sahabe tabakasından itibaren bütün Ümmet-i Muhammed’i “Kur’an’la çelişkiye düşmek”le itham etmeyi böylesine bir aymazlıkla göze alabilir? İman hassasiyeti insanı bu noktada bir parça teemmüle ve ihtiyata sevk etmeli değil midir? Bu sağlıklı bir durum mudur?
Hoca kendisini, “Ben Sahabe’yi ve Ümmet-i Muhammed’i Kur’an’la çelişmekle itham etmiyorum” diyerek savunamaz. Yukarıdaki ifadeler son derece net. Modern zamanlara gelene kadar Sahabe nesli de dahil olmak üzere nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) meselesinde kendisi gibi düşünen ve nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm)a inanmanın Kur’an’la çelişmek demek olacağını söyleyen bir tek müfessir, muhaddis, Akaid/Kelam alimi gösteremeyeceğine göre ortada şöyle bir durum var demektir: Ya bütün Ümmet aslı esası olmayan bir İsrâiliyyât’ı İslam inancına ve kaynaklarına sokmak suretiyle cürümlerin en büyüğünü işlemiştir; ya da Ümmet’e böyle bir itham yöneltenlerin Kur’an, Sünnet algısında bir problem vardır!
Yukarıdaki iddiaların cevabına gelince;
1. Kendisine kitap verilmiş bir nebi olan Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın, “Nebilerin Sonuncusu” olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)den sonra geleceğini söylemek Kur’an’a aykırı değildir. Zira Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın, nebilik vasfının gereğini yapmak üzere nüzul edeceğini söyleyen yoktur. O, nüzul ettiği zaman Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)in şeriatıyla amel edecektir. Bu durum “nebilik” vasfının kendisinden selb edilmesi anlamına gelmez. Nüzul ettiğinde O, Kur’an’la ve İslam ahkâmıyla amel edecektir.
Nitekim Hz. Davud (aleyhi’s-selâm) da kendisine kitap verilmiş bir nebiydi. Ne var ki bu durum onun, Hz. Musa (aleyhi’s-selâm)ın şeriatıyla amel etmesine engel teşkil etmedi. Hz. Davud, Hz. Musa (aleyhi’s-selâm)ın şeriatıyla amel eden bir nebiydi. Dolayısıyla Hatiboğlu hocanın iddiası ancak, “Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın nebilik vasfının gereğini yerine getirmek üzere nüzul edeceği”nin söylenmesi halinde geçerli olabilir.
Burada bir an için Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın ikinci sefer geldiğinde yine nebilik vasfıyla gelmesinin zorunlu olduğu iddiasını kabul etsek bile, bu durum nüzul inancının aleyhine delil teşkil etmez. Zira biliyoruz ki O, Hz. Musa (aleyhi’s-selâm) şeriatıyla amel eden bir peygamberdi. Kur’an’da, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın, Hz. Musa (aleyhi’s-selâm) şeriatında cüz’î bir ta’dilat yaptığı haber verilmektedir. Âl-i İmrân suresinin 49 ve 50. ayetlerinde O’nun esasen bir İsrailoğulları peygamberi olduğu ve İsrailoğulları’na haram kılınmış bazı şeyleri helal kıldığı (bazı hükümleri nesh ettiği) açık bir şekilde anlatılmaktadır.
Bunu, kendine mahsus bir şeriatla amel ettiği şeklinde anlasak bile, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın, Tevrat ahkâmını tamamiyle nesh edip yürürlükten kaldırdığı şeklinde anlamak mümkün değildir. Olsa olsa, “sadece ta’dil ettiği o cüz’î ahkâmda” kendi şeriatıyla amel ettiği söylenebilir. Dolayısıyla nüzul ettiğinde İslam ahkâmıyla amel etmesi O’nun nebilik vasfına aykırılık teşkil eden bir durum olmaz.
2. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)den sonra nebi gelmeyecek olmasının anlamı şudur: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)in tebliği kıyamete kadar dimdik ayakta duracak, Kur’an ve Sünnet -önceki peygamberlerin kitap ve şeriatları terk edildiği gibi- yeni bir peygamberin gelişine ihtiyaç gösterecek tarzda terk edilip unutulmayacak. Bu sebeple kıyamete kadar bir daha, peygamberlik görevini yerine getirmek üzere herhangi bir insan görevlendirilmeyecektir.
Açıktır ki Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) nüzul ettiğinde doğrudan peygamberlik vasfıyla bağlantılı, bu vasfın gerektirdiği herhangi bir işlevi yerine getirecek değildir. O, İslam ahkâmına tabi bir kul olarak gelecek ve yapacağı işleri bu vasıfla yapacaktır. Tekraren söyleyelim, bu durum nebilik ve rasullük vasfının O’ndan kaldırılmasını gerektirmez.
3. Kur’an’ın, nisbeten “önemsiz” meseleleri anlatmasına rağmen Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) gibi ülü’l-azm bir peygamberin risalet görevinden soyutlanarak tekrar gönderileceğinden bahsetmemesi hikmet-i ilâhiyye’ye aykırı bir durum değildir. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Kur’an’da açıkça zikredilen konularla zikredilmeyen konular arasında muttarit (sabit ve sürekli) bir hikmet ilişkisi aramak sağlıklı bir durum değildir.
Söz gelimi “namaz” temel bir ibadet olduğu halde, Kur’an’da namazın nasıl kılınacağına dair neredeyse hiçbir detay verilmemiştir. Buna mukabil müstakil bir ibadet olmayan ve namaz kılmak için bir ön hazırlık mahiyetinde bulunan abdest çok detaylı biçimde anlatılmıştır.
Bu tesbiti, temel ibadetlerin hemen tamamına teşmil edebiliriz. Oruç, Zekât, Hacc gibi ibadetlerin hiç birisinin şartları, rükünleri vs. zikredilmezken, nisbeten daha az öneme sahip kimi konuların detaylı biçimde yer alması gerçekten calib-i dikkattir. Daha ötesi, Efendimiz (sallalâhu aleyhi ve sellem)in sîretine dair Kur’an’da ne kadar sarahat bulabiliyoruz?
Hz. Musa (aleyhi’s-selâm)la yaşadıkları hayli detaylı bir şekilde anlatılan kişinin (ind-i ilahiden kendisine ilim verilmiş kulun) kimliğinin Kur’an’da belirtilmemiş olmasının hikmeti ne olabilir? Ya da Hz. Lokman’ın peygamber olup olmadığının belirtilmemesi nasıl izah edilmelidir? Ya Kur’an’da ismi zikredilmeyen peygamberler hakkında ne düşünmeliyiz?...
Dolayısıyla şunu bilmemiz lazım: Kur’an-ı Mübin’de hangi meselenin ne şekilde yer alacağının tayini biz insanlara bırakılmış değildir. Herhangi bir meseleyi konuşurken onun Kur’an’da yer almış veya almamış olmasının, yer almışsa yer alma biçimi, sayısı, sıklığı… gibi hususların, bizim bilgi ve kapasite sınırlarımızı aşan meseleler olduğunu hatırdan çıkarmamakta fayda var.
4. Kur’an’da hiçbir beşere ölümsüzlük verilmediğinin belirtildiği doğrudur da; bu meselenin nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) meselesiyle ilişkilendirilmesi doğru değildir. Zira İslam ümmeti arasında Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın ölümsüz olduğunu söyleyecek kadar aklını tatile göndermiş kimse bugüne kadar olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Dolayısıyla Hatiboğlu hocanın burada böyle bir itirazla ortaya çıkması; ya karşı tarafın meramını doğru anlama konusunda problem yaşadığını ya da nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm)a inananları O’nun ölümsüzlüğünü ileri sürmekle itham etmek gibi bir bühtana yeltendiğini göstermekten öte bir anlam taşımamaktadır. Bu noktada belki tek tesellisi, aynı ayeti (Enbiya, 21/34) gerekçe göstererek ithama kalkışmakta yanlız olmadığıdır. (Bk. M. Cemal Sofuoğlu, İslam Dini Esasları, İzmir 1996, s. 143)

D) İlgili Hadisler

Buraya kadar yaptığımız izahat aslında, insaf ehline, Kur’ân’da Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın ref’ edildiğine ya da kıyamete yakın nüzul edeceğine dair hiçbir işaret; delalet ve ima tarzında bile olsa hiçbir anlatım olmadığını söyleyenlerin çok da isabetli olmadıklarını göstermeye kafidir. Ancak biz, ale’t-tenezzül şöyle diyelim:
“Üstünde durduğumuz bu ayet-i kerimelerde Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın yeryüzüne nüzulü ve sağ olarak ref’i çok açık değil, çok net değil. Bir ihtimalden öteye gitmiyor”...
Diyelim ki böyledir. Peki bu durumda ne yapmamız lazım? Bu meseleyi netleştirmenin yolu nedir? İhtimale açık bir durum var ortada: Öyle anlamak da mümkün, böyle anlamak da mümkün. Bir mü’min ne yapmalıdır bu durumda? Kur’an’ın birincil, en yetkili, en kudretli müfessiri ve mübeyyini olan bir merciye, Sünnet’e başvurmak lazım değil midir? Bunun için ayrıca ve yeni bir metodoloji keşfine lüzum da yok zaten. En basit bir usûl-i fıkıh veya usul-i tefsir kitabında bile karşımıza çıkacak ilk yöntem budur. Bir mü’minin normal işleyen bilinç durumunda başvuracağı ilk yol da budur. Yani, Kur’an bu ayette ne diyor? Buradaki hükm-i rabbani ve murad-ı ilahi nedir? diye tereddüte düşsek, öncelikle müracaat edeceğimiz kaynak Sünnet’tir. Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm)dır. Diyelim ki işin içinden çıkamadık ve Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın ölüp ölmediği, nüzul edip etmeyeceği noktasında tereddütte kaldık. Acaba Efendimiz (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) bu konuda ne buyurmuş, ayetleri o nasıl anlamış ve anlatmış diye dönüp bir de hadis-i şeriflere bakmamız lazım.
Hatiboğlu hoca burada birkaç iddiada bulunuyor ki, yazıyı uzatmamak için özetle zikretmeyi tercih edeceğim:
1. Bu konudaki hadisler mütevatir değil, âhâddır.
2. Bunların senedlerinin sahih olması, metinlerinin sıhhatini göstermez.
3. Bu rivayetler Kur’an’a aykırıdır.
4. Bu rivayetler baskı ve zulüm altında yaşayan insanların, özlemini çektikleri refah ortamının ve kurtarıcı beklentisinin hadis kalıbına sokulmuş ifadelerinden ibarettir.
5. Bunlardan bir kısmı Ehl-i Kitab’ın etkisinde kalınarak uydurulmuş ve İslam akaidine sokulmuştur.
6. Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın Şam’a ineceğini bildiren rivayetler gibi diğer bir kısmı, Şam’ın Irak ve Hicaz’a karşı siyasi bir güç olarak ortaya çıktığı siyasi rekabet dönemlerinin ürünüdür.
7. Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın Mehdi’nin arkasında namaz kılacağını bildiren rivayetler gibi bir başka grup da Şia tarafından uydurulmuştur.
Bu iddiaları teker teker ele alacağım. Ama öncelikle şunu belirtmek istiyorum: Nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) inancının Kur’an’a ve İslam’ın genel ilkelerine aykırı olduğu, Hıristiyan inancından İslam’a intikal ettiği, ilgili rivayetlerin uydurulmuşluğu… gibi iddialar, Selef’ten halefe ümmetin bütün alimlerine yöneltilmiştir. Bu noktada “ümmetin âhirinin, evvelini kötüleyeceğini” haber veren hadisleri hatırlamamak elde değil. Dalalet üzerinde ittifak etmeyecek olan bu ümmete ne oldu??
İşin bu yönü bir yana, tarihen biliyoruz ki gerek Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), gerekse Sahabe-i kiram hem Yahudilerle hem de Hıristiyanlarla çeşitli ilişkiler kurdular. Şimdi düşünün, bir tarihsel durum var: Efendimiz (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) dönemi… Bu dönemde Hıristiyanlarla, özellikle de Yahudilerle münasebetler var, ilişkiler var. Ardından Sahabe dönemi… Fütûhât… Hıristiyan kültürüyle, Hıristiyan din adamlarıyla, keşişleriyle, rahipleriyle bilfiil münasebetler var. Bu münasebetlerden doğan münazaralar, münakaşalar, tartışmalar var. Şimdi bütün bunlar olup biterken Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın öldüğüne dair bir tek hadis rivayeti, bir tek sahabi sözü varid olmuş mudur?
Hıristiyanlar ısrarla diyorlar ki: -bu bizzat elimizdeki İncil’de de geçen bir ifadedir-: “İsa dönecek!”. Efendimiz (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm)den; “Hayır siz yalan söylüyorsunuz İsa dönmeyecek!” şeklinde nakledilmiş bir ifade yok. Sahabe’den de yok. Bu fiili durum bile bize bir şey anlatmalı...
Yani tarihsel durum odur ki, realite onu icab ettirir ki, Ehl-i Kitap’la, Hıristiyanlar’la temaslar sırasında İslam’ın bu konudaki tavrı, Kur’ân’ın bu konudaki iktizası veya Sünnet’in bu husustaki beyanı mutlak surette literatüre aksetmiş olmalı, bize bir veri olarak gelmiş olmalı...
Oysa bu bağlamda Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın öldüğünü ve bir daha geri dönmeyeceğini ifade eden hiç bir şey görmüyoruz. Tam aksini ise net bir şekilde görüyoruz. Bu durumun, akıl sahiplerine hitap eden bir yönü olmalı…

Da) İddialara Cevaplar

İddialara gelice, aynı sırayla gidelim:
1. Herhangi bir hadisin mütevatir mi, âhâd mı olduğunu belirleyecek olan, hiç şüphesiz Hadis ilminin otoriteleridir. Onlar nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) meselesinde elde ettikleri metin ve senedleri dikkate alarak ortada tevatür olduğunu söylüyorlarsa, ahir zamanda birilerinin “Yok efendim, onlar bu işi bilmiyor; bu hadisler mütevatir değil, âhâddır” demesinin ciddiye alınır hiçbir tarafı yoktur.
Hatiboğlu hoca ve onun gibi düşünenlerin yapması gereken şudur: İlgili rivayetlerin mütevatir olmadığını söyleyen ve bunu delilleriyle ispat eden bir Hadis alimi göstermek! Aksi takdirde bu meselede takınılan tavır, kuru bir inattan ve içi boş bir iddiadan öteye gidemeyecektir.
Aralarında İbn Cerîr et-Taberî (v. 310/922), İbn Atıyye el-Endelüsî (v. 542/1148), Ebu’l-Velîd İbn Rüşd (v. 595/1129), İbn Kesîr (v. 774/1372), İbn Hacer el-Askalânî (v. 852/1448), Şemsüddîn es-Seffârînî (v. 1188/1774), eş-Şevkânî (v. 1250/1834), el-Âlûsî (v. 1270/1854), Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî (v. 1907), Muhammed b. Ca’fer el-Kettânî (v. 1927), Muhammed Zâhid el-Kevserî (v. 1952), Abdullah b. Muhammed b. es-Sıddîk el-Ğumârî (v. 1993), Abdülfettâh Ebû Ğudde (v. 1997) gibi isimlerin bulunduğu ulema, nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) konusundaki rivayetlerin mütevatir olduğunu açıkça belirtmişlerdir.
Adı geçen muhakkik alimler arasında, konu hakkında müstakil eser kaleme alanlar da vardır. Ezcümle el-Keşmîrî, “et-Tasrîh bimâ Tevâtera fî Nuzûli’l-Mesîh” adını verdiği eserinde -ki konuyla ilgili çalışmalarından sadece birisidir-, 66’sı “merfû” (bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ağzından menkul rivayet) olmak üzere toplam 103 hadis zikretmiştir.
el-Keşmîrî’nin zikrettiği hadislerden 4’ünün sened itibariyle “mevzû” (uydurma) olduğunu tesbit eden mezkur eserin muhakkiki (Kevserî’nin talebesi Suriyeli alim) Ebu Ğudde, onun zikrettiği rivayetlere 10 hadis daha eklemiştir ki, böylece konu ile ilgili merfû hadislerin sayısı -mevzû olan 4 rivayeti ayırarak söylersek- 72’yi bulmaktadır.
Keza yine Ebu Ğudde, el-Keşmîrî’nin zikrettiği 37 “eser”e (senedi Hz. Peygamber (s.a.v)’e ulaşmayıp Sahabe’de biten ‘mevkûf’ veya Tabiun’da biten ‘maktû’ rivayete) 10 eser daha eklemiştir. Böylece konu hakkında Sahabe’den ve daha sonraki nesillerden nakledilenlerin sayısı da 47’ye çıkmış olmaktadır.
Sahabeden otuz civarında insan Efendimiz (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm)a ref’ ederek, ona dayandırarak İsa (aleyhi’s-selâm)ın kıyamete yakın yeryüzüne ineceğini çeşitli bağlamlarda nakletmişler. Kimi uzun, kimi kısa. Kimi olayın şurasını anlatmış, kimi burasını… Ama bütün hepsinin müşterek noktası odur ki İsa (aleyhi’s-selâm) kıyâmete yakın yeryüzüne inecek. Bunun dışındaki detaylarda, ayrıntılarda, anlatılarda yer yer çelişkiler olması bile -aslında çelişki de yok, ama olsa bile- bu ortak/müşterek noktanın sıhhatine ve kuvvetine zarar vermez. Ki "tevatür"den maksat da zaten, işbu müşterek noktadır.
Otuz küsur sahabi ve yetmiş küsur merfû hadis, elliye yakın da sahabi sözü olarak nakledilmiş metin. Yüz yirmiyi aşkın rivayet bugün elimizde sağlam olarak mevcut ki, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm) yeryüzüne kıyamete yakın inecek diyor. İndiğinde şöyle yapacak, böyle yapacak, şu olacak, bu olacak... İşin bu detay kısmıyla şu anda, şu aşamada ilgili değiliz. Otuz küsur sahabi ravi… Bu, Sahabe’den bize doğru gelirken her tabakada artarak, kabararak gelen bir silsile. Yani Sahabe tabakasında otuz ise bu rakam, onlardan nakleden Tabiun sayısında biraz daha artacak. Onlardan nakleden Tebe-i tabiin sayısı daha da artacak; derken bize kadar şüphenin gölgesinin bile düşmediği bir “tevatür” haline gelecek.
Tevatürü biz, âdeten yalan söylemesi, yalan üzerine birleşmesi düşünülemeyecek sayıdaki kalabalıkların birbirine nakli suretiyle bize kadar gelmiş rivayet şeklinde tanımlıyoruz. Hemen bir parantez açayım. Biz burada “lafzî” bir tevâtürden bahsetmiyoruz nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) bağlamında. Bu, yukarıda arz ettiğim müşterek nokta dolayısıyla “manevî” bir tevâtürdür.
Akıl bize şunu söyler mi: Otuz tane sahabi bir araya gelip yalan uydurabilir? Akıl bunu söyler mi bize? Belki bir sahabi, iki sahabi, üç sahabi olsa, bunların yanılma ihtimalinden söz edebiliriz. Hata yapma ihtimalinden söz edebiliriz; ama ortada otuz kişi olunca ve bu otuzu da farklı bağlamlarda “nüzul-i İsa” diye bir olaydan bahsedince, en azından bu müşterek noktada bir yanılmadan, bir yalandan, bir unutmadan, bir hatadan söz edilemeyeceğini söylemek zorundayız.
Âdeten de Sahabe’den otuz kişinin, hatta 20, 10 veya daha az sayıda kişinin yalan, ya da hata üzerinde söz birliği ettiği görülmüş müdür? Bunun bir örneği var mıdır?
Hem akıl, hem de adet merkezli bu izah tarzını alın, Tabiun halkasına uygulayın. Bu halkada sayı daha da arttığı için, daha büyük bir “hayır” cevabıyla karşılaşırsınız. Derken Tebe-i tabiîn ve diğer halkalar… Tevatürün hasıl ettiği itmi’nan ve yakîn büyüyor, yalan/hata üzerinde birleşme, söz birliği etme ihtimali ise sıfırın da altına düşüp, adeta eksilerde seyrediyor… Üstelik bunun yanında aksini gösteren bir tek rivayet yok. İhtimalli, tearuz şeklinde bile aykırı bir rivayet yok!..
Tablodaki bu berraklığa, bu netliğe rağmen Hatiboğlu hocanın görüşlerine seleflik eden Mezhepler Tarihi alanındaki duayen akademisyenlerden birinin, meseleyi istismara açık, karmaşık ve muğlak göstermek maksadıyla sarf ettiği şu cümle ne kadar da manidar: “Üstelik işe hadis de karışınca, durum büsbütün içinden çıkılmaz oluyor...”. (Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslâm Mezhepleri, İstanbul 1990, s. 264).
Oysa tam tersine, işin içine hadis girince her şey yerli yerine oturuyor, ayetlerin yanlış yönde te’vilinin önüne geçilmiş oluyor!
2. Senedin sahih olmasının, metnin sıhhatini gerektirmediği doğrudur ve bu bir Usul-i Hadis ilkesidir. Ama bu ilke, nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) rivayetlerine uygulandığında o rivayetlerin gayr-i sahih olduğu sonucunu mu verir? Burada dikkate alınacak olan; Modernite cininin çarptığı insanların sıhhat anlayışı mı, yoksa Selef’ten halefe bu masum ümmetin pak ulemasının sıhhat anlayışı mı olacak? Ehl-i Sünnet’iyle, ehl-i bid’atıyla bu ümmetin hemen tamamının “sahihtir” deyip itibar ettiği ve hatta akaide konu olacak kuvvet ve bağlayıcılıkta gördüğü rivayetlere ahir zamanda birilerinin itiraz etmesi ne anlam ifade edebilir ki!
3. Bu rivayetlerin Kur’an’a aykırı olduğu iddiası da modern zamanların fesada uğrattığı akılların ürünüdür. Bu ümmetin tefsir, akaid, hadis, fıkıh… imamlarının Kur’an’a aykırı görmediği bir olguyu ahir zamanda birileri Kur’an’a aykırı görüyorsa, yapılması gereken, onların bu sakat anlayışının Ümmet-i Muhammed’in üzerinde yürüdüğü cadde-i kübraya çekilmesi olmalıdır.
İlgili Kur’an ayetlerinin konuya delalet vecihlerini yukarıda gördük. İlim, iz’an ve insaf sahibi bir insanın normal olarak takınacağı tavır şudur: Madem ki ilgili ayetlerin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda bir ihtilaf var. (Esasen buna “ihtilaf” demek de doğru değil. Zira bir tarafta Ümmet-i Muhammed’in hemen tamamının 1400 küsur yıldır üzerinde bulunduğu çizgi, diğer tarafta modern zamanlarda zuhur etmiş, ilimde ve fehimde 1400 yıllık birikimin yanına bile yaklaşamayacak yüzeysellikteki küçük bir azınlık!! Buna olsa olsa “sapma” denir!) Böyle bir durumda yapılacak iş, normal olarak Sünnet’e müracaat etmektir. Sünnet’e müracaat ettiğimiz zaman göreceğimiz manzarayı 1. maddede özetlemiştim…
4. Nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) rivayetlerinin baskı ve zulüm psikolojisiyle ne ilgisi olabilir? Diyelim ki İslam dünyasında yöneticiler yönetilenleri eziyor. Bu durumda ezilenlere umut pompalamak için, “Sabredin, nasılsa kıyamete yakın İsa (aleyhi’s-selâm) gelecek, Ehl-i Kitap’la savaşacak, Deccal’i öldürecek…” demenin nasıl bir mantığı olabilir? Ezenler Emeviler veya Abbasiler; ezilenler ise o dönemde yaşayan Ümmet-i Muhammed iken, kıyamete yakın bir zamanda Ehl-i Kitap’la savaşacak olan Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın onların hangi derdine deva olması düşünülmüştür?! O dönemdeki zulüm ve baskıya, kıyamete yakın kurulacak bir âdil idarenin ne faydası ola ki! Hadis uydurup, uydurduklarını İslam akaidine sokacak kadar mahir ve yetenekli olan bu insanlar (her kim iseler!) bu kadarcık mantık hatasını hesap edememişler midir?
5. İlgili rivayetlerin “Ehl-i Kitab’ın etkisinde” uydurulduğu söylemi, ahir zamanda Müslümanlara müsteşriklerin hediyesidir. Ancak bu iddianın, yaygınlığıyla hiç de mütenasip olmayan bir naifliğe sahip olduğu aşikar.
Zira malumdur ki, hakim kültür, egemen kültür, belirleyen kültür, baskın kültür... her fırsatta kendi değerlerini “öteki” durumundakine şu veya bu biçimde dayatır. Bu her yerde ve her zaman böyledir. Günümüzde de böyledir. Tarihte de böyle olmuştur. Şu veya bu biçimde dayatır derken şunu kastediyorum: Mağlubiyet psikolojisi içinde olanlar, mağlubiyeti kabul etmiş, içine sindirmiş olanlar, mağlup milletler, kültürler, kavimler, daima diğerlerine aşağıdan bakarlar. Empoze eden gâliplerdir. Etkileme konumunda olan, şansında olan, avantajında olan daima galiplerdir.
Şimdi İslâm’ın ilk asırlarına bakıyoruz. Tedvin dönemi ve daha sonrasına; ama bizim için önemli olan tedvin dönemidir. İslam’ın ilk asırlarından tedvin dönemine kadar yukarıdan bakan kültür kim? Müslümanlar. Fetheden, cizyeye bağlayan kim? Müslümanlar. Belirleyen kim? Müslümanlar. Böyle bir durumda İslam kültürüne bu kadar sayıda rivayetin Ehl-i Kitap tarafından veya onların etkisiyle sokuşturuluverdiğini düşünmek aklî midir? Müslümanlar o galip ve haşmetli devirlerde, hoşgörülerine sığınarak yaşayan gayrimüslimlere ait bir inancı kendi inanç umdeleri arasına hangi mülahazalarla ithal etmiş olabilirler? Buna niçin ihtiyaç duymuş olabilirler?
Bu sorunun cevabı yok. İddia var, ama ortada ispat yok! İsrailiyyat demek kolay, Ehl-i Kitap’tan devşirilmiş demek kolay, ama bunu tarihsel olarak, sosyolojik olarak, dinî olarak ispat etmek nâmümkün! Bu iddiayı ortaya atanlar, ispat cihetine gidemedikleri sürece bütün Ümmet’in vebalini sırtlanmanın hesabını nasıl vereceklerini de düşünmelidirler!
Öte yandan bu iddianın sahipleri, Ehl-i Kitab’ın etkisiyle uydurulduğu söylenen bu rivayetlerin ne dediğine bakmışlar mıdır? Ne diyor rivayetler? İsa (aleyhi’s-selâm) inecek ve Ehl-i Kitap’la savaşacak diyor. Bunun bir mantığı var mıdır? Ehl-i Kitap etkisiyle oluşturulmuş rivayetlerin, Ehl-i Kitap lehine birtakım hususlar ihtiva ediyor olması gerekmez mi?
Ehl-i Kitab’ın İslam itikadına sığmayan, tevhide aykırı bir çok inancı olduğu bilinen bir gerçek. Hıristiyanların İsa Mesih’i Allah veya O’nun oğlu, Yahudilerin ise Hz. Uzeyr’i Allah’ın oğlu kabul etmeleri gibi batıl inançların, gerek Kur’an-ı Kerim’in ve gerekse Efendimiz (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm)’ın dilinden şiddetle reddedildiğini biliyoruz. Sadece itikadî konularda değil; amelî konularda da Hz. Peygamber (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) mümkün mertebe Ehl-i Kitab’a muhalefet tarzını benimsemiştir. Hal böyleyken, Ehl-i Kitab’ın da iştirak ettiği, İsa (aleyhi’s-selâm)ın kıyamete yakın döneceği (ve yeryüzünde tevhid, hak ve hakikatin otoritesini tesis edeceği) itikadı yanlış olsaydı, Peygamber suskun kalır mıydı? Bu batıl akide, ayetlerle reddedilmez miydi?
Evet, ortada bir etkileme-etkilenme ilişkisi vardır. Ama bu ilişki, ahir zamanda müsteşriklerle, onların zebûnu durumundaki modernleşmiş Müslümanlar arasındadır.
6. Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın Şam’a ineceğini bildiren rivayetlerin, Şam’ın Irak ve Hicaz’a karşı siyasi bir güç olarak ortaya çıktığı siyasi rekabet dönemiyle ilişkilendirilmesi de müsteşriklerin ifrazatıdır.
Her şeyden önce Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın yaşadığı, doğup büyüdüğü bölge Şam bölgesidir. Kadim kaynaklarda o bölge Şam bölgesi olarak geçer. Hadislerdeki bütün anlatımlar, “Ecnâdu’ş-Şâm” bölgesini işaret etmektedir. Bağlı yerleşim birimleriyle birlikte Dımeşk, Hıms/Humus, Ürdün, Filistin ve Kınnesrîn’den oluşan “Ecnâdu’ş-Şâm” (Mu’cemu’l-Buldân, I, 103) Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)’ın ineceği bölgedir. Burada şunu belirtelim ki, yukarıdaki isimlerin, bu coğrafyada bugün bildiğimiz sınırlar içindeki ülke ve bölgeleri anlattığını düşünmek doğru değildir. Bu isimlerin eski devirlerdeki müsemmasıyla bugünküler arasında önemli farklar vardır. Yakut el-Hamevî’nin (Mu’cemu’l-Buldân, III, 312), Beyt-i Makdis’in Şam bölgesi sınırları içinde bir “yerleşim birimi” olduğunu söylemesinin izahı budur.
Bu yaklaşımın, hadislerde haber verilen birtakım olay ve gelişmelerin, ilgili bulundukları coğrafi bölgelerde daha sonra meydana gelen olaylardan kalkılarak geriye doğru kurgulandığını iddia eden ve bunu hadis araştırmalarının temel bir unsuru olarak her daim işleten müsteşriklere ait olduğunu erbabı bilir. Hatiboğlu hocanın, nasıl bir tuzağa düştüğünü fark etmeksizin, müsteşriklerin hareket tarzına paralel bir yaklaşım sergilemesi ne kadar da üzücü!
7. Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın Mehdi’nin arkasında namaz kılacağını haber veren rivayetleri Şia ile irtibatlandırmak, meseleye yabancılığı ortaya koymaktan başka bir işe yaramaz. Zira Sünni kaynaklarda Mehdi’nin zuhuru ile ilgili rivayetlerle Şia’nın Mehdi anlayışı ve rivayetleri arasında herhangi bir irtibat yoktur. Mehdi ile ilgili rivayetler, Şiilerin Mehdi olarak kabul ettiği kişinin (Muhammed b. el-Hasen) doğumundan uzun yıllar önce kaleme alınmış kaynaklarda nakledilmiştir. Şia, 12. İmam olarak kabul ettiği kişinin, 260/873 yılında 5 yaşındayken gaybete girdiğini ve kıyamete yakın geri geleceğini söylerken; Mehdi ile ilgili rivayetlerin, Muhammed b. el-Hasan el-Askerî daha dünyaya gelmeden önce kaleme alınmış -Abdürrezzâk’ın Musannef’i, Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i gibi- Sünni Hadis kaynaklarında yer almış olması, konunun Şia ile irtibatlandırılmasının demagojiden başka bir anlam ifade etmeyeceğini ortaya koymaktadır.

Db) İlgili Hadislerin Güvenilirliği Meselesi

Nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) inkarcılarının klasikleşmiş taktiği, Hatiboğlu hocanın satırlarına da aynıyla yansımış durumda. Önce bu hadislerin tevatürüne itiraz eder, “mütevatir değil âhâd” olduklarını söylerler. İkinci olarak da, âhâd seviyesine indirdikleri rivayetlerin sahih olmadığını ileri sürerler. Gerekçe de tanıdıktır: “Çünkü bunlar Kur’an’a aykırı!”.
Bu iki nokta, hadislerle sabit olmuş ve fakat modern insanın algılarını ve zihin alışkanlıklarını zorlayan her meselede adeta maymuncuk gibi devrededir. İlginç olan şu ki, ne tevatür meselesinde, ne de sıhhat-zaaf kriterlerinde bu maymuncuğu kullananların ortaya koyabildiği tutarlı ve bütüncül bir metodolojik yaklaşım vardır. Dolayısıyla yeri gelmişken nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) bağlamında bu iki noktanın tahlil edilmesinde de fayda mülahaza ediyorum.
1. Tevatür meselesi: Yukarıda da zikrettiğim gibi nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) konusunda 30’un üzerinde sahabiden gelmiş, 70 küsuru merfû, diğerleri gayri merfû olmak üzere 100’ün üzerinde rivayet söz konusudur. Eğer “mütevatir hadis” diye bir olgunun mevcut bulunduğuna inanıyorsak, işte o, budur. Ve eğer bu rivayetlerin mütevatir olduğunu kabul etmiyorsak, yeryüzünde mütevatir hadis yok demektir!
2. Sıhhat meselesi: Önce ilgili Kur’an ayetlerini belli bir istikamette yorumlayıp, arkasından da ilgili rivayetlerin Kur’an’a aykırı olduğunu iddia etmenin ilmî bir yanı bulunmadığı gibi inandırıcılığı da yoktur. Ümmetin hemen tamamının Kur’an’a aykırı bulmadığı ve sıhhatinde ittifak ettiği bu hadisler konusunda ahir zamanda türemiş bir azınlığın ileri sürdüğü örümcek ağından bile daha zayıf ve tutarsız gerekçeler elbette inandırıcılıktan uzaktır.
Bu ümmetin alimlerinin tarih boyunca kabul ve itikad ve amele konu ettiği hadislerin gayri sahih olması söz konusu olamaz. Hatta tam tersine, sıhhat kriterlerinden birisini bu nokta teşkil eder. Yani eğer bu ümmetin alimleri herhangi bir hadisi kabul ve gereğince amel etmişlerse, bu, o hadisin sahih olduğunu gösterir. Bu bir Usul-i Hadis ilkesidir.
Hoca şunu itiraf etmelidir: Ümmetin hemen tamamının Kur’an’a aykırı bulmadığı bu rivayetlerin Kur’an’a aykırı olduğunu söylemek, aslında “sübjektif bir Kur’an anlayışına sahip olduğunu” söylemektir. Evet, işin doğrusu budur. Bu rivayetler Kur’an’a değil, Hulusi Hatiboğlu hoca ve onun beslendiği kaynaktan beslenenlerin Kur’an anlayışına aykırıdır! İlmî seviyenin dibe vurduğu ve Müsteşriklerin bulanık kaynağından beslenmenin “bilimsellik!” zannedildiği ahir zamanda birilerinin ortaya çıkıp; “Ben Kur’an’ı Sahabe’den ve Selef’ten daha iyi anlıyorum” tavrıyla arz-ı endâm etmesi, olsa olsa bir “kıyamet alameti” olarak itibara alınabilir!

E) Bid’at Fırkaların Konuya Yaklaşımı

Burada konuyu bütün boyutlarıyla aktarmış olmak için nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) meselesine bid’at fırka mensuplarının yaklaşımını aksettirmekte fayda mülahaza ediyorum. Böylece bu konunun, üzerinde kolayca sarf-ı kelam edilebilecek kadar basit olmadığı anlaşılmış olacaktır.
Ehl-i bid’at’in konuya bakışı şöyledir:
1. Mu’tezile ve Cehmiyye:
Kâdı Iyâd (v. 544/1149), Mu’tezile’den ve Cehmiyye’den bazılarının Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın nüzulüne inanmadıklarını söylemiştir. (Şerhu’l-Übbî ve’s-Senûsî alâ Sahîhi Müslim, IX, 408).
Bu ifadenin mefhûm-u muhâlifi göstermektedir ki, gerek Mu’tezile’nin gerekse Cehmiyye’nin ekseriyeti, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)’ın kıyamete yakın yeryüzüne ineceği konusunda Ehl-i Sünnet ile aynı akidede buluşmuştur.
Nitekim meşhur Mu’tezilî müfessir ez-Zemahşerî (v. 538/1143), Zuhruf suresinin 61. ayeti üzerinde dururken, Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın kıyamete yakın yeryüzüne ineceğini haber veren hadislerden birisini -herhangi bir itiraz serdetmeden- zikreder. (el-Keşşâf, IV, 254).
Yine ez-Zemahşerî, konuyla ilgili ayetler üzerinde dururken, bunların Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)ın nüzulüne delalet ettiğini söyleyenlerin görüşlerini de aktarır ve bunlara da herhangi bir itiraz getirmez. (Örnek olarak Âl-i İmrân, 3/55 (I, 360) ve Nisâ, 4/159 (I, 576) ayetlerinin tefsirine bakılabilir). Hatta Nisa suresinin 159. ayetinin tefsiri esnasında şöyle der:
“Burada Ehl-i Kitap’tan, Hz. İsa’ya inanmayan hiç kimsenin kalmayacağının murad edilmiş olması da mümkündür. Şöyle ki; Allah Teala o zaman (Hz. İsa aleyhi’s-selâm’ın nüzul zamanı, E.S.) onları kabirlerinde diriltir ve kendilerine, Hz. İsa’nın nüzulünü ve ona indirileni öğretir, bildirir; onlar da imanın kendilerine fayda vermeyeceği o zamanda Hz. İsa’ya iman ederler”. (el-Keşşâf, I, 576-7).
Yine Mu’tezile’nin ileri gelenlerinden Kâdı Abdülcebbâr (v. 415/1025), “Tenzîhü’l-Kur’ân ani’l-Metâ’ın” adlı eserinde (s. 380) şöyle der: “Birisi, ‘Muhakkak ki o, kıyamet için bir bilgidir. Artık ondan asla şüphe etmeyin’ ayetinden muradın ne olduğunu sorabilir. Ona cevabımız şudur: Haberlerde, İsa (aleyhi’s-selâm)ın kıyametin kopacağı zaman nüzul edeceği açıkça yer almıştır. Allah Teala O’nu kıyamet için bir delalet kılmıştır. Bu sebeple ‘Ondan (kıyametten) asla şüphe etmeyin’ buyurmuştur. Zira ilim ve delalet, şüphe ve tereddüde mani olur”.
2. Şia:
Mehdi konusundaki inançlarının nakli dayanağını teşkil eden rivayetlerin pek çoğunda Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)’ın nüzulü konusu da yer aldığı için Şia da Hz. İsa (aleyhi’s-selâm)’ın kıyamete yakın yeryüzüne ineceği inancında Ehl-i Sünnet ile birliktedir.
Şii müfessirlerden Ebû Ali et-Tabersî (v. 548/1153) ve Muhammed Hüseyn et-Tabâtabâî (v. 1981)’nin, ilgili ayetler üzerinde dururken sergiledikleri tavrı burada örnek olarak zikredebiliriz. (et-Tabersî, Mecma’u’l-Beyân, V, 54; et-Tabatabâî, el-Mîzân, V, 134).

F) İslam Ansiklopedisi’ndeki İfadeler

Yukarıdan beri ortaya koyduğumuz gerçekler, Hatiboğlu hocanın, yazısının son bölümünde kendisinden alıntıda bulunduğu, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde “İsa” maddesinin yazarlarından İlyas Çelebi’nin yaklaşımına da cevap teşkil etmektedir. Herhangi bir hususun İslam itikad sistemine dışarıdan girmesi ne aklın ne de vakıanın teyid edeceği kuru bir iddiadır! Böyle bir şeyi mümkün görenlerin nasıl bir zihin durumuyla hareket ettiğini mutlaka ciddi olarak tahlil etmek gerekir.
Şuna eminiz ki, bu zihin yapısı, Kur’an’da zikredilen pek çok mucize şayet hadisler yoluyla nakledilmiş olsaydı, mutlaka onları da benzer gerekçelerle reddedecekti. Çünkü bu zihin, vakıayı olduğu gibi anlama değil, modern değerler ekseninde kritik etme amacıyla; yani “önşartlı” olarak çalışmaktadır.
“Tedvin döneminde Hıristiyan kültürüyle karşılaşmanın bir sonucu olarak nüzul-i İsa inancının İslam akaidine girmiş olması kuvvetle muhtemeldir” diyerek (XXII, 472) nihai hükmünü veren İlyas Çelebi’nin, dört madde halinde özetlediği görüşlerden ikincisini benimseyerek yazısını sonlandırmak yerine; “Yirminci yüzyılda Batı hegemonyası ve doğubilimcilerin kültürel istilasıyla karşılaşmanın bir sonucu olarak nüzul-i İsa inancının İslam akaidinden çıkarılmış olması kuvvetle muhtemeldir” gibi bir cümleyle noktayı koyması çok daha anlamlı olurdu. Zira iştirak ettiği fikirler, 1900’lü yılların Mısır’ında sivrilen ve eserleri tartışma çıkaran isimlere aittir. Hele sahabenin büyüklerine sövgüler düzmek ve hadislere saldırmakla meşhur gazeteci Mahmud Ebu Rayye (1889-1970)’nin adını “Sünnî alim” olarak anması, İslam Ansiklopedisi adına tam bir talihsizliktir. Tâbi olanın değeri, tâbi olunan kadardır.
Konu hakkında yukarıda kısaca dökümünü verdiğim rivayetler mü’min bir zihni, en azından daha ihtiyatlı şekilde konuşmaya zorlar. Daha önce aynı konuda ayrıntılı bir tez hazırlamış olan Fidan Dergisi yazarlarından Zeki Ünal bey ile genç İlahiyatçılardan Ali Altay, işte bu hassasiyeti gösterenlerdendir ve normal olan da budur. (Zeki Ünal, Nüzul-i İsa Meselesi, basılmamış Yüksek İslâm Enstitüsü öğretim üyeliği tezi, İzmir 1982; Ali Altay, Kur’an’a Göre Hz. İsa ve Nüzulü Problemi, Yüzüncüyıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Van 2005; online okumak ve indirmek için: www.docstoc.com).

Sonuç

Nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) inancının Hıristiyan kültürünün etkisiyle İslam akaidine girmiş olduğunu iddia eden bir insan, aynı konuda 100’den fazla uydurma sözün İslam’ın en güvenilir kaynakları arasına girmesinin mümkün olduğunu söylüyor demektir.
Böyle bir zihni tutumla hareket edenlere şunu söylemeliyiz: İtiraf etmelisiniz ki, bu durumda dürüstlük, sadece elimizde mevcut hadis külliyatının tamamından değil, Kur’an’dan da şüphe etmeyi gerektirir. Zira tıpkı hadisleri olduğu gibi, Kur’an’ı da bize nakleden, o nesillerdir. Hadislerin arasına bu kadar uydurmayı sokacak ya da sokulmasına rıza gösterecek kadar “gaflet” ve hatta “hıyanet” içinde olabilmiş o nesillerin bize “Kur’an” diye naklettikleri metnin, gerçekten Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)e indirilmiş Kur’an olduğundan şüphe etmek gerektiğini söylemek zorunda değil misiniz?
Bu noktada “Muhakkak ki Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz” (Hicr, 15/9) ayetini zikretmenin ve bu ayetin, Kur’an’ın ilahi koruma altında olduğunu gösterdiğini söylemenin -sizin mantalitenizle- hiçbir ilmî değeri yoktur. Zira bu kadar uydurmayı “hadis” diye kabullenip Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)e isnad etme cürmünü işleyenlerin (!!) böyle bir cümleyi de “ayet” diye -haşa- uydurup Kur’an’a sokuşturuvermesi hiç de akla uzak değildir!
İlk nesilleri, Ehl-i Kitap kökenli bir sürü uydurmayı “hadis” diye kabullenebilecek, o da yetmez, bunları İslam akaidine sokabilecek kadar ileri giden ve “onlardan böyle şeyler beklenir” dedirten bir algı ve takdim tarzıyla fotoğraflayan bu çarpık zihin, aslında dolaylı da olsa bir kısım Şiîlerin “Kur’an’ın tahrifi” iddialarına da zemin hazırlamakta, çanak tutmaktadır. Bilindiği gibi Şia’nın bazı alimleri, Sahabe’nin Kur’an’da çeşitli şekillerde tahrifat yaptığını ve bu cümleden olarak Kur’an’da mevcut iki sureyi (sûretü’l-velâye ve sûretü’n-nûreyn) Kur’an’dan çıkardığını iddia ederler.
Bu isnad ve iftiranın taşıdığı vehamet, nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) rivayetlerinin ilk nesiller tarafından Hıristiyan kültürünün etkisiyle uydurulup Hadis külliyatına ve İslam itikadına sokulduğu yönündeki iddianın vehametinden fazla değildir.
Gerek iddia ve itirazların sahibine, gerekse aynı çizgide düşünenlere, önceki çağrılarımızı bu vesileyle yinelemek isteriz:
“Nev-zuhur bir bid’ati Kur’an’la aynîleştirerek aksinin ‘Kur’an’la çelişmek’ anlamına geleceğini söylemeyi; sahabe tabakasından itibaren Ümmet-i Muhammed’in bütün alimlerini ‘Kur’an’la çelişkiye düşmek’le ve aslı esası olmayan bir hurafeyi İslam kaynaklarına sokmakla suçlamayı bırakınız! Ümmetin üzerinde ittifak ettiği bir inanç esasını “vehim, senaryo, ön yargı, ön kabul, saptırma ve çarpıtma”dan ibaret sanıp reddetmek yerine, kendinize Kur’an ve Sünnet algınız üzerinde bir kez daha düşünme şansı tanıyınız!”.
Biz, Ehl-i İslam, Ehl-i Kitap çağdaşlarımızın aksine, akidemizi konjonktürel gelişmelere bağlı olarak tespit etmeyiz, değiştirmeyiz. Akide bizde beşer müdahalesiyle, inisiyatifiyle konmaz ve değiştirilmez. Akide tamamen nasslar çerçevesinde oluşur ve “Kelam ilmi” de bu akideyi; nasslar çerçevesinde oluşmuş akideyi savunmak için oluşturulmuş olan sistemin adıdır. Beşerî inisiyatif, olsa olsa bu sistemi savunmak noktasında devreye girer. Ona bir madde eklemeye, ondan bir madde çıkarmaya veya bir maddeyi ta’dil edip değiştirmeye ya da üzerinde oynamaya ne hakkımız vardır ne de haddimiz.
Nüzul-i İsa (aleyhi’s-selâm) meselesi de böyledir; bunu biz ne Ehl-i Kitap’tan aldık, ne de onların etkisinde oluşturduk. Bu başından beri var olan bir ilkedir, var olan bir inanç umdesidir. Dolayısıyla bize düşen, geçmişte olduğu gibi bugün de her türlü konjonktüre rağmen, olumlu-olumsuz her türlü şartın rağmına, bu itikadi ilkeyi, umdeyi muhafaza etmek, müdafaa etmektir. Yüce Mevlâ, doğru tarafta olanların yardımcısıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder