Aşağıdaki yazı, 27-28 Nisan 2013 tarihinde Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Konferans Salonu'nda gerçekleştirilen "İslâm Medeniyetinin Kurucu Nesli Sahabe Sempozyumu"nda, başkanlığını Prof. Dr. Mustafa Fayda'nın yaptığı IV. Oturum'da Yrd. Doç. Dr. Salih Kesgin tarafından sunulan "Sahabeyi Ötekileştirmek" başlıklı tebliğin müzakeresidir. Müzakerenin ardından, V. Oturumda başkan Prof. Dr. Faruk Beşer'in yönelttiği bir soru/itiraza izleyici sıfatıyla salondan verdiğim cevabı okuyacaksınız.
MÜZÂKERE
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
el-Hamdü
lillâhi Rabbi’l-âlemîn
ve’s-Salâtü ve’s-Selâmü alâ Rasûlinâ
Muhammedin ve alâ
Âlihî ve Sahbihî ecmaîn.
Muhterem
hâzırûn, kıymetli büyüklerim! Böyle bir ilmî toplantı vesilesiyle bizleri bir
araya getiren değerli tertip heyetine teşekkürlerimi arzederek konuşmama
başlamak istiyorum. Müzâkeremi, ekranda gördüğünüz belge üzerindeki notlarımdan
istifadeyle sunacağım. Meslektaşım Salih Kesgin bey, sunduğu tebliğle, Türkiye’deki
kısmen Alevî, kısmen Ca’ferî câmianın, en az beş kitabını tercüme ederek
gündeme taşıdığı bir insanı bizlere tanıtmış oldu. Kendisine bu katkısından
dolayı teşekkür ediyorum.
Tebliğin
başlığındaki “sahâbeye sahâbî olmak” kavramını biraz daha açabilseydi daha iyi
olurdu diye düşünüyorum. Belki daha sonra, bu kavramın ne anlama geldiğini
bir-iki paragraf daha ilave etmek suretiyle açıklayabilir. Örnek olarak verdiği
âyetleri Şi‘î müfessirlerin tefsirlerinden yapacağı alıntılarla
zenginleştirseydi çok güzel olurdu. Tebliğde rastladığım imlâ, tarih, isim
hatâsı türünden bir takım teknik aksaklıkları kendisine word belgesi halinde iletmiş
bulunuyorum. Bunlar bir yana, bizleri yeni bir konu, yeni bir insan ve yeni bir
yüzle tanıştırdığı için teşekkür borçlu olduğumuzu ifade etmeliyim.
Ekranda
üstâdın wikipedia ve başka sayfalardan aldığım birkaç fotoğrafını görüyorsunuz.
“Üstâd” diyorum; çünkü 60’lı yıllarda Tunus’ta İhvân-ı Müslimîn hareketinin
kurucularından biri ve sûfî bir Sünnî iken Şi‘î’liğe geçtiği ve âdeta ihtidâ
ettiği için büyük bir teveccühe mazhar olmuş. Kendisi, başında Şeyh Muhammed
el-Hasûn’un bulunduğu “Merkezü’l-Ebhâsi’l-Akâidiyye” (Center of Belief
Researches)’nin davetine icabet ederek Necef’te[1]
konferanslar vermiş. Merkezin web sayfasına konulan bir akşam sohbetini
sempozyuma gelmeden önce izleme fırsatım oldu. Aynı adreste “basîretlilerin
seçkini” (hıyeratü’l-müstebsırîn) başlığıyla hayat hikayesi de bulunuyor[2]:
Semâvî’nin
Şi‘îliğe geçişinde, ailesinin intisâb ettiği Tîcânî tarîkatinde kabul edilen
esasların bir etkisi olabilir mi diye düşünerek kısa bir araştırma yaptım.
Aşağıdaki linkte, “Tîcâniyye tarîkatinde Şi‘î olmak câiz midir?” sorusuna,
tarîkatin önde gelen âlimlerinden Sîdî İdrîs el-Irâkî’nin şu cevabı verdiği kayıtlıdır:
“Mürîd fıkıhta belli bir medrese ya da mezhebe tâbî olmaya, Sünnîliğe veya
Şi‘îliğe mensup olmaya zorlanamaz. Herkes seçiminde hürdür. Tek kriter,
akîdesinin sahîh olmasıdır”.[3]
Aynı
sayfada, Sîdî Ali Harâzim İbnü’l-Arabî Berâde el-Mağribî el-Fâsî’nin Cevâhiru’l-Meânî
ve Bülûğu’l-Emânî fî Feydı Sîdî Ebi’l-Abbâs et-Ticânî adlı eserden naklen,
Âl-i Beyt’i büyük bir muhabbet ve meveddetle sevmenin, onlara hayır ulaştırmada
hırslı olmanın, onlar için Allah’a niyazda bulunmanın, onların yanında tevâzu ve
edebe dikkat etmenin önemine; onlara hizmet etmede ve sevgi göstermede gevşek
davranmanın imanda zayıflığın alâmeti olduğuna işaret ediliyor. Bu nedenle,
Semâvî’nin tarîkat muhîtinde dost edindiği farklı meşrepten insanların
tesiriyle akîdevî bir arayışa meyletmiş olabileceğini düşünebiliriz.
Tebliğ
sahibine bir katkı olmak üzere, Muhammed Tîcânî Semâvî’nin yukarıda bahsi geçen
sohbetinde dikkatimi çeken bazı noktalar üzerinde mülâhazalarımı arzedeceğim.
Ama ondan önce tebliğden hareketle üç hususa temas etmek istiyorum:
1)
Verilen örneklere baktığımızda Semâvî’nin, sahâbenin önde gelenlerini Hz.
Peygamber’in sözlerine, fiillerine ve takrîrlerine muhalefet etmekle itham
ettiğini; bunu yaparken de herhangi bir kritere bağlı kalmaksızın kanaatlerini
destekleyen rivâyetleri alıp, kendi fikirleriyle uyuşmayanları ise görmezden
gelmeyi tercih ettiğini görüyoruz. Bu bir “metodsuzluk”tur.
Meselâ,
Buhârî’nin Sahîh’inden Tâbiûn’dan İbn Ebî Müleyke’nin (Züheyr b. Abdillah, ö.
117) şu sözünü aktarıyor:
أَدْرَكْتُ ثَلاَثِينَ مِنْ أَصْحَابِ النَّبِيِّ صَلىَّ
اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كُلُّهُمْ يَخاَفُ النِّفاَقَ عَلَى نَفْسِهِ ، مَا
مِنْهُمْ أَحَدٌ يَقُولُ إِنَّهُ عَلَى إِيماَنِ جِبْرِيلَ وَمِيكَائِيلَ.
“Hz. Peygamber’in (s.a.v.)
ashâbından otuzuna kavuştum, hepsi de nefsine karşı nifâktan korkardı; hiçbiri
Cebrâil ve Mîkâil’in imanı gibi bir iman üzere olduğunu söylemezdi”.
Aralarında
(İbn Ebî Müleyke’nin hocaları olan) Abdullah b. ez-Zübeyr, Abdullah b. Abbâs ve
Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib’in de bulunduğu bu sahâbîlerin “nifâka düşme
korkusunu”, “nifâka düştüğünü ikrâr” şeklinde anlayan Semâvî, bu haberin hemen
arkasından nakledilen cümleyi görmezden gelmektedir. Buhârî’nin, “Bir mü’minin
farkına varmadan amelinin boşa gitmesinden korkması” bâbının başlığında (tercemede)
naklettiği sözkonusu rivâyetin muhtevasını özetleyen bir sonraki sözün sahibi
Hasan-ı Basrî’dir:
مَا خَافَهُ
إِلاَّ مُؤْمِنٌ ، وَلاَ أَمِنَهُ إِلاَّ مُنَافِقٌ “Allah’tan ancak mü’min
korkar, O’nun rahmetine ancak münâfık güvenir!”.
“Havf ve
Recâ” arasında olmaktan bahsedilen bu bâbın maksadını ortaya koyması
bakımından, meşhur muhaddis İbn Ebi'd-Dünyâ (ö. 281)’nın, günümüze kadar ulaşan
58 eserinden biri olan el-Vecel ve’t-Tevessuk bi’l-Amel (Korkmak ve Amelle
Güçlenmek) adlı risâlesinin başına aldığı Hasan-ı Basrî’nin şu sözünü
nakletmek istiyorum: “Bazı insanları mağfiret beklentileri oyaladı. Sonunda
hiçbir sevapları olmadan dünyadan çıkıp gittiler. Böylesi; ‘Ben Rabbime hüsn-i
zan besliyorum’ der, ama yalan söyler. Rabbine karşı iyi niyet besleseydi, iyi
amel işlerdi”. Ardından Hz. Lokman (a.s.)’ın
oğluna verdiği şu nasihati aktarır: “Evlâdım! Seni Allah’a karşı masiyet
işlemeye cesaretlendirmeyecek bir ümitle ümitlen ve seni Allah’ın rahmetinden
ümitsizliğe düşürmeyecek bir korkuyla kork!”.[4]
2) Semâvî,
Zuhruf sûresinin 78. âyetinde “Cehennemdeki zâlimlere” hitâben söylenen “Biz
size hakikati getirmiştik. Fakat çoğunuz hakikatten hoşlanmamıştınız”
âyetini çarpıtarak şöyle diyor: “Çoğunluğu oluşturan bu sahâbeler... aldatıcı
bir görünüş ortaya çıkarırlar”.
Oysa
Feth sûresinin 18. âyetinde şöyle buyrulur: “Gerçekten Allah, (Hudeybiye’de)
o ağacın altında sana bey’at ettikleri zaman, mü’minlerden râzı oldu. Onların
kalplerindeki ihlâsı bildiği için üzerlerine sekîne (huzur ve güven) indirdi.
Onları (hemen yakında gerçekleşecek olan) bir zaferle mükâfatlandırdı”.
Hudeybiye'de hazır bulunan 1500 kişiden 15’i hariç tamamını “iki yüzlü, dönek ve münâfık” kabul etmek, âyetin rağmına, her 100 sahâbîden 99’unu harcamak demektir. Bu bir “insafsızlık”tır. Burada yapılan “tatvîu’l-ma’nâ”dır. Yani âyetin anlamını kendi hevâ ve görüşüne “boyun eğdirmek”tir. Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a.)’nin şu sözünü hatırlamakta yarar var: “Bu Kur’ân sizin için bir ecir olacak, bir hazine olacak ve bir yük olacaktır. Şu halde Kur’ân’a tâbî olun, Kur’ân size tâbî olmasın! Kim Kur’ân’a ittibâ ederse Kur’ân onu Cennet bahçelerine atar. Kime ki Kur’ân tâbî olur, onu kafasını dürte dürte Cehennem ateşine atar”.[5]
Hudeybiye'de hazır bulunan 1500 kişiden 15’i hariç tamamını “iki yüzlü, dönek ve münâfık” kabul etmek, âyetin rağmına, her 100 sahâbîden 99’unu harcamak demektir. Bu bir “insafsızlık”tır. Burada yapılan “tatvîu’l-ma’nâ”dır. Yani âyetin anlamını kendi hevâ ve görüşüne “boyun eğdirmek”tir. Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a.)’nin şu sözünü hatırlamakta yarar var: “Bu Kur’ân sizin için bir ecir olacak, bir hazine olacak ve bir yük olacaktır. Şu halde Kur’ân’a tâbî olun, Kur’ân size tâbî olmasın! Kim Kur’ân’a ittibâ ederse Kur’ân onu Cennet bahçelerine atar. Kime ki Kur’ân tâbî olur, onu kafasını dürte dürte Cehennem ateşine atar”.[5]
إِنَّ هَذَا
الْقُرْآنَ كَائِنٌ لَكُمْ أَجْرًا ، وَكَائِنٌ لَكُمْ ذُخْرًا ، وَكَائِنٌ لَكُمْ
وِزْرًا ، فَاتَّبِعُوا الْقُرْآنَ ، وَلا يَتَّبِعْكُمُ الْقُرْآنُ، فَإِنَّهُ مَنْ يَتَّبِعُ الْقُرْآنَ ،
يَهْبِطُ بِهِ عَلَى رِيَاضِ الْجَنَّةِ ، وَمَنْ يَتَّبِعُهُ الْقُرْآنُ ، زَجَّ
فِي قَفَاهُ ، حَتَّى يَقْذِفَهُ فِي نَارِ جَهَنَّمَ
“(equus,
13 Nisan 2012): Forumdaki müslüman arkadaşların çoğu birbirinden farklı
tellerden çalıyor... Herkes anlamaya çalışıyor fakat bir kısım tam olarak
anlamıyor bu kesin, ve bu bile Tanrı’nın göndermediğine işaret ediyor. Çünkü
anlaşılması gerekirken, tam tersine bir karmaşa var. (Tarafsiz, 14 Nisan 2012):
“Sırf böyle olması bile bu kitabın uydurmaca olduğunu ispatlayabilir. Sonsuz
gücü olan bir varlık, gönderdiği kitabın bu kadar farklı yorumlanmasına ve
mecazlar kullanarak insanların işlerine geldiği gibi oraya buraya çekmesine
izin vermezdi diye düşünüyorum. En azından âyetlerde mutlak bir anlam olsa ve
hiç çelişki olmasaydı, isteyen kabul eder, isteyen etmezdi. Ama iki taraf
arasında bu kadar tartışma ortamı ortaya çıkmamış olurdu”.[6]
3) Bir
yerde “Bunlar ki, yüce Peygamber (s.a.v.) daha ölüm döşeğinde iken
dönekliklerini gösterdiler, Rasûl’ün (s.a.v.) emirlerini dinlememeye
başlamışlardı” diyen Semâvî, bir başka yerde; “Tarih okuyanlar, Hz.
Peygamber’in hadislerinin yazımıyla naklini ilk yasaklayanların, ilk üç halife
olduklarını göreceklerdir. Çünkü Hz. Peygamber’in hadisleri onların
icadlarıyla, uydurdukları ictihad ve hükümlerle çelişecektir” demekte ve ilk
iddiasını ikincisiyle delillendirmektedir.
Kastettiği
şey, Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün vefatından 4 gün önceki Perşembe günü gerçekleşen
hâdisedir. Hasta yatağında yatmakta olan Hz. Peygamber (s.a.v.); “Gelin size
bir yazı yazayım, ondan sonra artık dalâlete düşmezsiniz” buyurduğunda, Hz.
Ömer (r.a.); “Onun hastalığı iyice arttı. Yanınızda Kur’ân var, Allah’ın Kitâbı
bize yeter” der. Orada bulunan sahâbeden bir kısmı Hz. Ömer’i haklı bulurken,
bir kısmı da vasiyetin yazılmasını arzu eder. Neticede yaygara edilip ihtilâfa
düşülünce, Hz. Peygamber (s.a.v.); “Kalkın, benim yanımda münâkaşa yapılmaz”
buyurur.[7]
Hadis
karşıtlarının da büyük bir iştiyakla delil olarak kullandıkları bu rivâyet
(meselâ Edip Yüksel, Youtube, “Abdülaziz Bayındır ve Hadis Bataklığı” adlı
video), üzerinde iyice düşünülmediği takdirde yanlış çıkarımları beraberinde
getirir. Peygamber Efendimiz’in ashâb-ı kirâm’a yazdıracağı bu vasiyet/nasihat,
o güne kadar kimsenin duymadığı yeni bir hüküm veya açıklanması zaruri bir mesele
ihtiva ediyor olsaydı, vefat ettiği Pazartesi gününe kadarki dört gün içinde
bunu bir şekilde mutlaka söyler ya da yazdırırdı. Rivâyet dikkatle okunursa,
orada hadislerin yazılmamasına değil, yazılmasına izin vardır. Yani Hz.
Peygamber’in yazı konusundaki nihâi tutumu gâyet açıktır. Hz. Ömer belki de,
bazı münâfıkların “ağır hasta iken Peygamber’in elinden yazı aldılar; vasiyet
geçersizdir” demelerinin önüne geçmek maksadıyla öyle bir tavır sergilemiştir.
Bu tavrın, Hz. Peygamber’in, ümmetinin dalâlete düşmemesi için gereken
tavsiyesini 23 yıl bekledikten sonra son nefesine saklamış olduğu zehâbına
kapılabilecek olanlar için de ayrı bir anlamı olsa gerektir. Yoksa Hz.
Peygamber, o gün yazdıramadığı şeyleri sonraki günlerde zaten söylemiş ve
bunlar hadis kitaplarında kayda geçmiştir. İçlerinde “yeni bir hüküm”
denebilecek herhangi bir husus yoktur.
Hz.
Ömer’in Kur’ân’ın yanında Sünnet’i ikinci aslî kaynak olarak kabul ettiği şüphe
götürmez bir gerçektir. Vâlilerine yazdığı mektuplar bunun açık delilidir. O
gün “indekümü’l-Kur’ân, hasbünâ Kitâbullâh” demesi, zannedildiğinin aksine, Hz.
Peygamber’in şahsında temsil edilen Sünnet’in önemine yapılmış bir göndermedir.
Zira belki de, orada kayda geçirilecek ve bir takım ayrıntılar içerecek bir
hükümle mutlaka amel edilmesi gerekecek, ictihâda mahal kalmayacak, uygulamada
zorluk çıkabilecekti. Rivâyete bu açıdan baktığımızda, Hz. Ömer’in o esnada,
Hz. Peygamber’in; “Ben sizi bıraktığım müddetçe siz de beni bırakın! Sizden
önce geçenler ancak çok soru sormaları ve Peygamberleri hakkında ihtilâfa
düşmeleri sebebiyle helâk oldular”, “Ben sustuğum müddetçe siz de susun!”[8]
şeklindeki sözleri ile; Mâide sûresinin 101. âyetini hatırlamış olması; Allah
Rasûlü’nün kendisine karşı nasıl bir mukâbelede bulunacağını tecrübe etmeyi
düşünmüş olması kuvvetle muhtemeldir.
Bu
noktada gündeme getirilen bir başka mesele, Hz. Ömer’in hadislerin yazıya
geçirilmesini tasvip etmediğine dair rivâyetlerdir. Bunlar sahîhse bile, gözden
kaçan/kaçırılan bir hususa işaret etmemiz gerekir. Hadisin (yazının gelişmemiş
olmasına binâen) yazımına karşı çıkmak ayrı şey, nakledilmesine karşı çıkmak
ayrı şeydir. İbn Hazm’ın Kitâbü’l-A’dâd’da verdiği rakamlara göre,
Bakiyy b. Mahled’in (bugün elimizde bulunmayan) Müsned’inde, Hz. Ömer’in
(tekrarlar dâhil) 537, oğlu Abdullah’ın 2630 rivâyeti; Hz. Ebû Bekr’in 142,
kızı Hz. Âişe’nin 2210 rivâyeti, Hz. Osman’ın ise (hadis râvisi üç oğlu da
sahâbî değildir) 146 rivâyeti bulunmaktadır. Dolayısıyla Semâvî’nin yukarıdaki
yargısı bir “basîretsizlik”tir.
* *
*
Necef’te
gerçekleşen akşam sohbetine dönecek olursak; orada Semâvî, Los Angeles Camii
imamı ile arasında geçen bir münâkaşadan söz ediyor. Hoca Semâvî’ye “Ashâbım
zikredildiğinde dilinizi tutun!” hadisini (إذاَ ذُكِرَ أَصْحاَبِي فَأَمْسِكوُا)[9]
okuyunca, Semâvî de ona Tâhâ sûresinin 85. âyetini okumuş: “Allah buyurdu:
Senden sonra biz, kavmini (Hârun ile kalan İsrailoğullarını) imtihan ettik ve
Sâmirî onları yoldan çıkardı”. Sonra Semâvî ekliyor: “Sâmirî Benî İsrâil’in
İslâm’ını nasıl ifsâd ettiyse Ömer de aynı şekilde İslâm’ı ifsâd etti!”.
İlk üç
halîfeden teberrî etmeyi ve sahâbenin pek çoğuna sebbetmeyi bir inanç umdesi
halinde benimsemiş olan bir kısım Şî‘a’nın her fırsatta tekrarlamaktan
usanmadıkları ortak gündemi takip eden Semâvî, sözü Hz. Fâtıma’nın miras
davasına getiriyor ve şu hadisi Buhârî ve Müslim’den (!) aktarıyor: “Allah
Rasûlü (s.a.v.) Fâtıma’ya şöyle dedi: Allah sen kızdığın için kızar, sen razı
olduğun için razı olur”. (إِنَّ
اللهَ يَغْضَبُ لِغَضَبِكِ وَ يَرْضَى لِرِضاَكِ). Oysa rivâyet, bu cümle yapısıyla Kütüb-i Sitte’de yoktur ve
senedindeki münker bir râvî (Hüseyn b. Zeyd) nedeniyle son derece zayıftır.[10]
Kaynak
kullanımına özen göstermeyen Semâvî’nin bu tutumunun, Li ekûne mea’s-Sâdikîn
adlı eserinden hareketle görüşlerini ele alan önceki bir çalışmada da sözkonusu
edildiğini hatırlatmalıyım.[11]
Sahîhân’da
el-Misver b. Mahrame (r.a.)’den nakledilen rivâyet şudur: “Fâtıma benden bir parçadır.
Onu kızdıran kimse beni kızdırır/onu üzen şey beni üzer”.
فاَطِمَةُ
بَضْعَةٌ مِنيِّ فَمَنْ أَغْضَبَهاَ أَغْضَبَنيِ/ إِنمَّاَ فاَطِمَةُ بَضْعَةٌ
مِنِّي يُؤْذِينيِ ماَ آذاَهاَ
Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in benzer ifadeleri ashâbı için de kullanmış olduğu gerçeği
bir yana,[12] Hz.
Fâtıma’nın faziletiyle ilgili bu hadisin söyleniş sebebini öğrendiğimizde
şaşkınlığımız artacak, Hz. Fâtıma’yı ilk kez kızdıran ve üzenin Hz. Ebû Bekr ve
Hz. Ömer olmadığı ortaya çıkacaktır: “Ali (r.a.) Ebû Cehl’in kızı ile nişanlanmıştı.
Bunu Fâtıma (r. anhâ) duyunca Rasûlullah (s.a.v.)’ın yanına gelerek; ‘kavmin
senin kızların için gazaplanmadığını söylüyor. İşte bak Ali Ebû Cehl’in kızıyla
evlenmek üzere!’ der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) ayağa kalkıp
teşehhüd ettikten sonra şöyle buyururlar: ‘Emmâ ba’d. Bir kızımı (Zeyneb’i)
Ebu’l-Âs b. er-Rabî’a nikâhladım. Bana bir söz söyledi ve sözüne sâdık kaldı.
Fâtıma benden bir parçadır. Onun üzülmesini hoş karşılamam. Vallâhi Allah
Rasûlü’nün kızı ile Allah düşmanının kızı aynı adamın yanında bir araya
gelemez!’. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) nişanı atar”.[13]
Semâvî,
Hz. Ali’ye bir nebze kusur konduracak bu ayrıntıyı görmezden geldikten sonra
şöyle demektedir: “Abbâs Mahmud Akkâd bir kitabında Hz. Fâtıma’nın Ebû Bekr’den
babasının mirasını isteme hâdisesini anlattıktan sonra, ‘Hâşâ ki Hz. Fâtımâ
hakkı olmayan bir şeyi istesin, hâşâ ki Ebû Bekr hakkı olan bir şeyi ona
vermemiş olsun’ diyor. Bu mantıksızlıktır. İkisinden biri yalancıdır!”.
Ahzâb
sûresinin 33. âyetine göre Hz. Fâtıma’nın “masum” olduğunu iddia eden Semâvî,
sözlerine şöyle devam ediyor: “Mu’tezilî bir şeyhin dediğine göre Hz. Fâtıma üç
şeyi dâvâ etti ve üçünde de haklıydı: ‘Fedek, sehmü zi’l-kurbâ, mîrâsü
Rasûlillâh’. Ebû Bekr ve Ömer düşündüler, eğer ona hak verirlerse ertesi gün
kendilerine ‘Bırakın o makâmı, orası Ali’nin hakkıdır’ diyeceklerdi. Bu yüzden
Hz. Fâtıma’yı yalanladılar. O da onlara İbrahim sûresinin 8. âyetini okudu:
‘Mûsâ dedi ki: Siz ve yeryüzündeki herkes kâfir olsa, bilesiniz ki, Allah’ın
hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, her türlü övgüye lâyıktır’. Bu yüzden Ebû Bekr
de Ömer de Fâtıma’nın şehâdetiyle murteddirler. Âyet te’vîli
kaldırmaz. Hz. Fâtıma bizzat onları tekfir etmiştir. (Ayrıca onlara Âlü İmrân
sûresinin 187. âyetini okumuştur). Ensâr ve Muhâcir kadınları Hz. Fâtıma’yı
ziyarete geldiler. Hz. Fâtıma hastaydı, kapıya çarpılmıştı, göğsüne çivi
girmişti, kaburgası kırılmıştı, cenînini düşürmüştü, çok bitkin, yorgun ve
hastaydı. “Nasıl sabahladın ey Rasûlullah’ın kızı?” diye sordular. Şöyle cevap
verdi: “Allah’a hamdolsun, dünyanızdan tiksinerek, erkeklerinizden iğrenerek sabahladım...”.[14]
أصبحتُ بحمد الله عاَئفَةً لدُنْياَكُنَّ ، قاَلِيَةً
لرجالِكُنَّ ، لفظتهم بعد أن عجمتهم وشنأتهم بعد أن سبرتهم ، فقُبْحاً لفلول الحد
واللَّعِبِ بعد الْجَدِّ ، وقرع الصفاة وصدع القناة ، وخطل الآراء ، وزلل الأهواء
، و(بِئْسَ ما قدَّمتْ لهم أنفسهم أن سخِط الله عليهم وفي العذاب هم خالدون
، مائدة 80) ، لا جرم لقد قلدتهم ربقتها ، وحملتهم أوقتها ، وشننت عليهم غارها ،
فجدعا ، وعقرا ، وبعدا للقوم الظالمين .
Semâvî’nin hedef tahtasında, sırayı Hz. Âişe (r. anhâ) alır. İbn Abbâs’tan şöyle bir şiir naklediyor: “Deveye bindin, katıra bindin, yaşasaydın file de binerdin / Mirasta hakkın 8’de 1’in 9’da 1’i iken sen hepsine sahip oldun”. تَجَمَّلْتِ تَبَغَّلْتِ وَلَوْ عِشْتِ تَفَيَّلْتِ / لَكِ التِّسْعُ مِنَ الثُّمُنِ وَفيِ الْكُلِّ تَصَرَّفْتِ Yukarıdaki (altı çizili) âyetten sonra “Ebû Bekr’in imanı ile yeryüzündeki bütün insanların imanı tartılsa onunki ağır gelir”[15] hadisini aklınız alıyor mu, makûl mü? Şu âyet, hilâfetin gerçek sahibini savunmaktadır:
وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُواْ وَاتَّقَواْ
لَفَتَحْنَا عَلَيْهِم بَرَكَاتٍ مِّنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ وَلَكِن كَذَّبُواْ
فَأَخَذْنَاهُم بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
“O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar (Ali’nin imâmetine inansalar ve kabul etselerdi) ve (günahtan) sakınsalardı (Ali’nin hanımı ve zürriyeti konusunda korksalardı), elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik”.[16]
Eğer
İmam Allah’ın ve Rasûlü’nün seçtiği insan olsaydı, bütün yeryüzü müslüman
olurdu. Ebû Bekr ve Ömer’in kurduğu düzen bozulsa كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ
لِلنَّاسِ [17] âyeti
gerçekleşecek, en zelîl ümmet olmaktan kurtulacağız”.
Semâvî’nin
ümmeti zilletten kurtarmak için âlem-i İslâm’a sunduğu reçete böyle: “İlk üç
halifeyi tekfîr edin kurtulun!”.
Şî‘a’nın
içine düştüğü ve tefrikadan başka hiçbir şeye hizmet etmeyen bu durum içler
acısıdır. Semâvî gibi Râfızîler (ilk üç halifeyi reddedenler) bu hezeyanlarını
her fırsatta dile getiredursun, Ca’fer es-Sâdık (ö. 148) şöyle demiştir: “Beni
Ebû Bekr iki kere doğurdu”. (وَلَدَنيِ
أَبوُ بَكْرٍ مَرَّتَيْنِ). Annesi Ümmü
Ferve’nin hem annesi Esmâ hem de babası Kâsım Hz. Ebû Bekr’in torunları olduğu
ve dolayısıyla Ca’fer es-Sâdık’ın annesi amca çocuklarının evliliği ile dünyaya
geldiği için böyle dermiş.[18]
Babası
Muhammed Bâkır (ö. 114), yanında ilk üç halife hakkında ileri geri konuşan
Iraklıları azarlayarak; “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı
kardeşlerimizi bağışla’ diyenlerden de mi olamıyorsunuz?”[19]
âyetini okumuş ve onları huzurundan kovmuş.[20]
Daha
önce İbn Abbâs (r.a.) da aynı âyeti kastederek şöyle demiştir: “Muhammed’in
ashâbına sövmeyin! Çünkü Allah azze ve celle onlar için kendisinden mağfiret
dilemeyi emretmiştir. Allah onların savaşacaklarını elbette ki bilmekteydi!”.[21]
Ahmed b.
Hanbel, arkadaşı Abdülmelik b. Abdilhamîd el-Meymûnî’ye (ö. 274) şöyle nasihat
etmiştir: “Ey Ebu’l-Hasen! Rasûlullah’ın ashâbından herhangi birini kötülükle
anan bir adam gördüğünde, onun müslümanlığından şüphe et!”.[22]
Hele de
Hz. Ali’yi tafdîl etme bahanesiyle ilk üç halîfeyi tekfîr ediyorsa, bu şüphe
çok daha yerindedir. Zira Hz. Hasan ve Hüseyn’in kızkardeşleri olan Ümmü
Külsûm’ü Hz. Ömer’le evlendiren Hz. Ali (r.a.)’nin bizzat kendisidir.[23]
Hz. Fâtıma’nın vefâtından sonra birçok evlilik yapan Hz. Ali, Ümmü’l-Benîn bt.
Hızâm b. Dârim’den doğan dört çocuğuna Abbâs, Abdullah, Ca’fer ve “Osman”
ismini vermiştir. Leylâ bt. Mes’ûd ed-Dârimiyye’den doğan iki çocuğuna Ubeydullah
ve “Ebû Bekr” ismini vermiştir. Ümmü Habîb bt. Rabîa’dan doğan iki çocuğuna
Rukayye ve “Ömer” ismini vermiştir. Hz. Osman’ın oğlu Ebân, Abdullah b. Ca’fer
b. Ebî Tâlib’in kızı Ümmü Külsûm ile, Ebân’ın oğlu Mervân Hz. Hasan’ın oğlu
Hasan’ın kızı Ümmü’l-Kâsım ile, Hz. Osman’ın torunu Zeyd b. Amr Hz. Hüseyin’in
kızı Sükeyne ile, diğer torunu Abdullah b. Amr Hz. Hüseyin’in diğer kızı Fâtıma
ile evlenmişlerdir. Şi‘î kaynaklarda Hz. Ali’nin Leylâ bt. Mes’ûd
el-Hanzaliyye’den olan oğluna “Ebû Bekr” ismini verdiği ve oğluna bu ismi veren
ilk Hâşimî olduğu kayıtlıdır. Sonraki nesilden de bunun örnekleri çoktur. Oniki
İmam’dan (Ca’fer es-Sâdık’ın oğlu) Mûsâ el-Kâzım ile (Hasen el-Askerî’nin
babası) Ali el-Hâdî kızlarına “Âişe” ismini vermişlerdir.[24]
Semâvî’nin
naklettiği ve “Hutbetü Fâtıma” ya da “el-Hutbetü’l-Fedekiyye” diye bilinen
konuşma, Hz. Fâtıma’nın güya Hz. Ömer tarafından tekmelenerek düşük yapmasından
ve Hz. Ebû Bekr tarafından “Fedek” arazisinden mahrum edilmesinden sonra irad
edilmiştir. Hz. Fâtıma’nın nezîh lisanı, latîf karakteri ve kerîm ahlâkıyla
mütenâsip olmayan bu “uzun, secîli, kahırlı, küfürlü” konuşma, her nasılsa o
acılı ânında Peygamber kızının ağzından en edebî ifadelere bürünerek dökülmüş
ve sonraki nesillere aktarılmıştır. Hz. Ali’nin, eşinin başına gelen bu fecî
hal karşısında kılıcına davranmayı ve intikam almayı aklına getirmemiş olması
da ayrı bir problemdir.
Şeyh
Sadûk’un Meâni’l-Ahbâr’ında yukarıdaki metinle nakledilen rivâyetin
senedinde, Şî‘a’nın ricâl kitaplarındaki kayıtlara göre tam altı “mechûl” râvî
ve bir de “mecrûh” râvî bulunmaktadır. Hutbe’nin farklı ve daha meşhur bir
metni ise, yine Şeyh Sadûk’un İlelü’ş-Şerâi’ adlı kitabı ile, İbn Cerîr
et-Taberî diye bilinen (ve müfessir Taberî’den ayrı bir şahıs olan) İbn
Rüstem’in Delâilü’l-İmâme’sinde, İbn Tayfûr’un Belâğâtü’n-Nisâ’sında,
Ahmed b. Abdilazîz el-Cevâhirî’nin es-Sakîfetü ve Fedek adlı kayıp
kitabından naklen İbn Ebi’l-Hadîd’in Şerhu Nehci’l-Belâğa’sında
nakledilmektedir ve senedlerin tamamı bilinmeyen ya da sika olmayan râvîlerle
doludur.[25]
Bundan
iki yıl önce, 1432 Muharrem ayında (Aralık 2010), Prof. Dr. Haydar Baş’ın
Meltem Radyo’sunda “Kerbelâ’yı anma” programına tesadüf etmiştim. 1 ay boyunca
her akşam belli bir saatte Şi‘î kaynaklardan “Ehl-i Sünnet’in
muteber kitapları” denilerek sahâbeye sövgü içeren alıntılar yapıldı. Hz.
Fâtıma’nın sözkonusu hutbesi de bu arada aktarıldı. Sonradan öğrendiğime göre,
radyoda okunan pasajlar, “Ehl-i Beyt Üniversitesi” açmak üzere hazırlık
yapmakta olan Haydar Baş’ın kaleme aldığı 12 İmam serisinden (7’si yayınlandı)
nakledilmekteymiş. Radyonun genel müdürüyle 45 dakika süren bir telefon
görüşmesi yaparak sundukları programın Ehl-i Sünnet ahlâkına uygun bir yayın
olmadığını anlatmaya, kaynakların açıkça tahrif edildiğini izah etmeye
çalışmıştım. Programda, Zehebî’nin Mîzânü’l-İ’tidâl’ine atfen nakledilen
“Hz. Ömer’in Hz. Fâtıma’yı tekmelemesi” hâdisesi, verilen kaynakta şu şekilde
geçmekteydi: “Ahmed b. Muhammed b. es-Sirrî b. Yahyâ b. Ebî Dârim, Ebû Bekr
el-Kûfî: Râfızî’dir, Kezzâb’dır. 357 yılının başında vefat etmiştir. Hâkim
kendisinden rivâyette bulunmuş ve; Râfızî’dir, Sika değildir demiştir. Muhammed
b. Ahmed b. Hammâd el-Kûfî, ölüm tarihini verdikten sonra şöyle demiştir:
Hayatı boyunca istikâmet üzere idi. Ancak son günlerinde kendisine en çok
okunan şey Mesâlib (ashâbın ayıpları, kusurları) oldu. Yanında
bulunduğum sırada bir adam şunu okudu: Ömer Fâtıma’yı tekmeledi bu yüzden
Fâtıma Muhassin’i düşürdü. Başka bir haber de şöyleydi: Hâkka sûresinin 9.
âyetinde geçen Firavun’dan kasıt Ömer’dir, ondan öncekiler (ve men kablehû)’den
kasıt Ebû Bekr’dir, altı üstüne getirilen beldeler halkı (ve’l-mü’tefikâtü
bi’l-hâtıe) ise Âişe ve Hafsa’dır... Hadisini terkettim, yazdıklarımı elden
çıkardım. Hz Peygamber’in Ebû Mahzûra’ya hitaben söylediği “Ezanının sonunda
es-salâtü hayrun mine’n-nevm de!” şeklindeki rivâyeti “Hayye alâ hayri’l-amel
de!” şeklinde rivâyet etti. Kendisini terkettim, cenâzesine katılmadım”.[26]
Şunu da
hatırlatmalıyız ki, Ehl-i Beyt’in sünneti, çocuklarına doğmadan önce isim
vermek değil, akîka kurbanı kesileceği sırada duâ edip, bebeğe isim koyup sonra
hayvanı boğazlamaktır.[27]
Bu rivâyette ise tekmelenmek suretiyle düşürülen cenînin adı önceden bellidir:
Muhassin.
İşin ilginç yanı, bu satırların
yazarı, Erdebil şeyhi Cüneyd’i, oğlu Şeyh Haydar’ı, Şi‘îliği resmi mezhep
olarak ilan eden oğlu Şah İsmail’i ve bu sülâlenin Osmanlı’nın başına açtıkları
gâileleri, 28 yıldır yayın hayatına devam eden İcmal Dergisi’nin ilk
sayılarından okumuştu. Artık ne olduysa, lider pozisyonundaki bu zâtın, akla
zarar bir çizgi değişimine giderek “yerli Tîcânî Semâvî” olmaya soyunmasına
şaşmamak elde değil. Bakü Devlet Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak
dersler verdiği 13 yıl içerisinde büyük bir değişim geçirmiş olmalı.[28]
Semâvî’nin İbn Abbâs’tan naklen
okuduğu şiir (ki Sümme’htedeytü adlı kitabında s. 153’te de geçmektedir)
Hz. Hasan’ın vefatı üzerine Hz. Hüseyin’in cenazeyi Hz. Peygamber’in yanına
defnetmek istediğinde inşâd edilmiştir. Güya Hz. Âişe bunu duyar duymaz eğerli
bir katıra binerek Mescid-i Nebevî’ye gelmiş (oysa hücresi zaten mescide
bitişikti, kapısını kapaması ve girilmesine izin vermemesi yeterliydi) ve
Hâşimoğullarına hitâben “Oğlunuzu evimden uzak tutun!” demiş.[29]
İsnâdında “mechûl” râvîlerin bulunduğu bu haber, bizzat Şi‘î ulema tarafından
zayıf kabul edilmiştir.[30]
Sünnî kaynaklarda ise, Hz.
Hüseyin’in Hz. Hasan’ı dedesinin yanına defnetme talebine karşılık Hz. Âişe’nin
“Neam ve kerâme” (Tabi, memnuniyetle) dediği, ancak Mervân b. el-Hakem’in Hz.
Osman’ın aynı yere defnedilmeyişini sebep göstererek buna izin vermediği, Benî
Ümeyye ile Benî Hâşim arasında bu yüzden çıkacak silahlı bir çatışmayı, Hz.
Hüseyin’le konuşan Ebû Hureyre (r.a.)’nin önlediği kayıtlıdır.[31]
İşbu
“Mesâlib” edebiyatının İslâm âleminin başında ciddî bir belâ, büyük bir problem
olarak durduğunu kabul etmemiz gerekiyor. İmam Ali er-Rızâ’yı veliaht tayin
eden Abbâsî halifesi Me’mûn’un, 212/827 tarihinde Hz. Ali’nin efdaliyyetini
resmen ilân edip Şî‘a’yı yanına alması ve üçüncü asrın ikinci yarısında Mu’tezile
(özellikle Bağdat) ile Şî‘a (özellikle Zeydiyye) arasında yaşanan yakınlaşma,[32]
sahâbeye sebbeden bir akımın ivme kazanmasına ve bu konuda pek çok rivâyetin
uydurulmasına zemin hazırlamıştır.
Şi‘îlikten
Sünnîliğe geçen çağdaş araştırmacılardan Mûsâ el-Mûsevî (d. 1930, Necef), Hz.
Ali ve çocuklarının yolundan ayrılışın “gaybet-i kübrâ” (büyük gizlilik)
döneminin başlangıcı ile (329/940) Safevîler döneminde (907-1149/1501-1737)
gerçekleştiğini, Hz. Ali ve onbir evlâdının “imâmeti” hakkında ortaya atılan “ilâhî
tayin” anlayışının Hz. Ebû Bekr ve ona bey’at eden hemen bütün sahâbeyi küfürle
itham etmeye götürdüğünü, bu anlayışın halk arasında genel kabul görmesi için
çok sayıda rivâyet uydurularak bunların Muhammed Bâkır ve Ca’fer Sâdık’a nisbet
edildiğini, neticede ilk üç halîfeye karşı takınılan sert tutumun gerçek
Şi‘îliğin yozlaşmasına yol açtığını, bu tavrın değişmesi halinde iki taraf
arasındaki ihtilâfların asgarîye ineceğini ifade eder.[33]
İlk iki
halifeyi kâfir veya fâsık saymayan Muhammed Bâkır’ın kardeşi İmam Zeyd b. Ali
Zeynülâbidîn (ö. 122)’in yolundan ayrılan sonraki bazı Zeydî fırkaların
inanışlarında bu durumu gözlemlemek mümkündür. Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in
hilâfetini reddederek Hz. Ali’den başkasını halife seçen ashâbın dalâlete
düştüğünü iddia eden “Cârûdiyye” ile Hz. Osman, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’i
tekfîr eden “Süleymaniyye” fırkası buna örnek olarak verilebilir. “Ağızlarından
çıkan o söz ne dehşetli bir söz! Ama onların iddia ettikleri, sırf yalandan
ibaret!”.[34]
Zeydî
fırkalardan olup iki halîfeye sebbetmeyen, Hz. Osman hakkında herhangi bir şey
söylemeyerek susmayı ve Allah’a havale etmeyi tercih eden “Betriyye” fırkasına
bu vesileyle temas etmem yerinde olacaktır. İmam Zeyd b. Ali’nin Emevîlerle
savaşa gireceği sırada kendisinden ayrılan ve “Sâlihiyye” diye de bilinen bu
fırkanın görüşleri, bugün Irak’ta kendilerini “Betriyye” olarak tanıtan ve özel
bir televizyon kanalına da sahip olan bir grupla yeniden gündeme gelmiştir.
Şi‘î
fırkalar arasında oldukça “mutedil” görüşe sahip olan Betriyye’nin tutumu,
İmâmet konusundaki akîdelerine zarar vereceği endişesiyle bir kısım İmâmî
âlimlerin eleştiri oklarına hedef olmuştur. Yaptığı dünya çapındaki yayınlarla
Hz. Fâtıma’nın katili olarak gördüğü Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Âişe’ye
saldıran ve İran’daki mollaları Ehl-i Sünnet karşısında zaaf göstermekle
suçlayan Yâsir Yahyâ Abdullah el-Habîb (d. 1979, Kuveyt) bunların başında
gelir. 2004 yılında Kuveyt devleti tarafından aşırı görüşleri nedeniyle on yıl
hapse mahkum edilen, üç ay hapis yattıktan sonra İngiltere’ye kaçarak siyasi
sığınma hakkı talep eden ve Londra’ya yerleşen Şeyh Yâsir el-Habîb’in, “Fedek”
adlı tv kanalındaki bir canlı yayında Betriyye hakkında kendisine sorulan bir
soruya verdiği cevap şöyledir:
“Bunlar
İhvân-ı Müslimîn’e bağlı Hizbü’d-Da’ve adlı cemaatin mensubudurlar. 60’lı,
70’li yıllardan beri İslâm ümmetinin bedeninde çıkmış bir tümör gibidirler.
Şî‘a ile diğerlerinin (Betriyye’nin) akidelerini mezcetmek için uğraşıyorlar
(…) Zamanımızda ortaya çıkan yeni Betriyye tâifesi ‘Evet Ali hilâfete daha
layıktır ama Benî Sâide Sakîfesi’nde ondan önce hilâfeti üstlendi diye Ebû
Bekr’den de teberrî etmeyiz, onu tekfîr etmeyiz, fakat sadece hatâ ettiğini
söyleriz, İmam Zeynülâbidîn’in ‘Ebû Bekr ve Ömer kâfirdir, onları seven de
kâfirdir’ sözünü söylemeyiz, onların hatâ ettiklerini söyleriz derken, İslâm’ın, dinin şeâiriyle, Şî‘a’nın şeâiriyle
savaşmaktadırlar. Şi‘î-İslâmî akîdenin (Ebû Bekr’in hilâfetini haklı bulan)
Bekriyye fırkası tarafından bozulmasına engel teşkil eden her konuyla savaşırlar.
Oysa bu dava Zehrâ (salavâtullâhi aleyhâ)’nın mazlûmiyyetinin davasıdır,
onun kaburgasının, karnındaki cenîn Muhassin’in dâvâsıdır. Bunlar niye bu
dâvâyı ortadan kaldırmak istiyorlar? Başkaları ile aramızdaki münâsebetlerin
normalleşmesi önünde bir engel olarak görüyorlar da ondan! İlişkilerin normale
dönmesini istiyorlar! Bu yüzden bu fâsid ve hastalıklı televizyon
yayınlarını yapıyorlar. Muhammed Hüseyn Fadlallah, Ca’ferî, Nûrî el-Mâlikî
gibiler, bu yüzden ezandaki üçüncü şehâdeti (Şehâdet ederim ki Ali
Veliyyullah’tır) hiç okumazlar. Bunu herkesin bilmesi lâzım, Irak halkının
uyanması lâzım, câhilce işledikleri bu işten dolayı Allah’a tevbe etmeliler.
Halkı kandırdılar, halk da akîdesinin bunların akîdesine muhalif olduğunu
bilmeden bunları seçti. Oysa bunlar bir grup hırsızdır, teşeyyu’dan sapmış olan
bir grup eli kanlı insanlardır. Yeni bir Betriyye fırkası oluşturdular.
Bunlardan Allah’a sığınmak, bunlarla savaşmak gerekir”.[35]
İlk üç
halife başta olmak üzere onlara tâbî olan bütün ashâba sövmenin, onları tekfîr
etmenin müslüman olmak ve müslüman kalmakla eş anlamlı olduğunu savunan ve
İslâm âleminin diğer kesimleriyle hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayan bu
zihniyetin ümmet-i Muhammed’in birliği ve dirliği önündeki en büyük engellerden
biri olduğu ortadadır. 2012 yılında müslüman toplumları kışkırtmak için
Mısır’lı Kıptî Nakoula Basseley Nakoula (d. 1957, Mısır) tarafından sahneye
konan “Innocence of Muslims” (Müslümanların Masumiyeti) adlı 14 dakikalık bir
filmi, Türkiye’de izlenmesi yasaklanmadan önce Youtube üzerinden seyretme
fırsatım olmuştu. Oradaki bir sahnede, Muhammed rolündeki genç delikanlıyı
Mâriye adlı câriye ile yakalayan ve ayağındaki terlikle dövmeye başlayan Hafsa
adlı kadına, delikanlının “Bana niye vuruyorsun? Babanı halife yaptım!” diyerek
kendini savunuşu karikatürize ediliyordu. Allah Rasûlü’nün en seçkin ashâbına,
akrabalarına ve halifelerine iğrenç sözlerle saldıran zihniyetin gerçekte hangi
odaklara hizmet ettiğini anlamamız bakımından o film oldukça önemlidir. Yabancı
mihrakların yeri geldiğinde bu konuyu Şi‘î ve Sünnî dünya arasında gerilim
alanları oluşturmak ve gerektiğinde balans ayarı yapmak üzere
kullandığı/kullanacağı gözden kaçırılmamalıdır.
Şeyh
Yâsir el-Habîb’in 17 Ramazan 1431’de (26.08.2010) Hz. Âişe’nin vefat yıldönümü
münasebetiyle Londra’da ihtifâl düzenlemesi üzerine, İran İslâm Cumhuriyeti
dinî lideri Âyetullah Ali Hamaney’in “Hz. Âişe dâhil, sahâbeden herhangi birine
dil uzatmanın haram olduğu” yönünde fetva yayınlaması/yayınlamak zorunda
kalması, Lübnan-Hizbullah genel sekreteri Hasen Nasrullah’ın da bu fetvaya
destek veren beyanatta bulunması son derece dikkat çekicidir.[36]
Olay
üzerine Kuveyt vatandaşlığından çıkarılan Yâsir el-Habîb’in 2000 yılında
kurduğu “Huddâmü’l-Mehdî” teşkilâtı, dünyanın farklı yerlerinde (Londra,
Kerbelâ, Tahran, Beyrut, Bahreyn) açtığı bürolar vasıtasıyla, bir iman esası
olarak “Ebû Bekr, Ömer, Osman, Âişe ve Hafsa’nın ateşte olduğu” cümlesini
kelime-i şehâdet şeklinde okutmaktadır.[37]
İlahiyat
fakültelerindeki kimi akademisyenler tarafından zaman zaman ilk üç halifenin ve
önde gelen sahâbîlerin saygınlığına gölge düşürecek çirkin ifadelerin
kullanıldığına rastlıyor oluşumuz kanaatimce tesâdüfî değildir. Şi‘î literatürde
tekrarlanagelen pek çok yakıştırmanın ve sahâbeyi birbirine tokuşturan uydurma
rivâyetler yoluyla yapılan dezenformasyonun Sünnî tedrisat veren akademik
çevreler üzerindeki etkisinin bir göstergesi olan bu durum, son yıllarda
ülkemizde ve tüm dünyada yaygınlaşan Şi‘î propagandayla yakından ilgilidir.
Seyyid
Hüseyn Nasr’ın oğlu Veli Nasr, 7 yıl önce piyasaya çıkan ve Batı dünyasında
ciddî tartışmalara neden olan The Shia Revival: How Conflicts within Islam
Will Shape the Future (Şia’nın Dirilişi: İslâm İçindeki Çatışmalar Geleceği
Nasıl Şekillendirecek, New York 2006) adlı kitabında, Hz. Ali’nin
yönetim haklarının ilk defa halîfe Ebû Bekr, Ömer ve Osman tarafından
gaspedildiğini, Şî‘a’nın ideal İslâm liderliğine tecavüz edildiğini, Sünnî
halîfelerin Şi‘îlere zulmettiklerini, bu yüzden İmamların acılarının Şi‘îliğin
şehâdet yorumunun aslını oluşturduğunu öne sürmekte ve “Sünnî topluma sufizm
girmeseydi Şi‘îlere olan hoşgörü zayıf kalırdı” demektedir. Amerika’nın Irak’a
girişi ve Saddam Hüseyin’in düşüşüyle Şi‘î din âlimlerinin gerçek güç
sahiplerine dönüştüğünü, Sünnî elmasındaki kurtçuk olan (worm in the Sunni
apple) Şi‘îliğin bu elmayı yararak kendi ağını/kozasını ördüğünü, bundan sonra
geçmişindeki bastırılmış şikâyet konularını gündeme getirerek hissesine düşen
payı alacağını, Sünnîlerden gördüğü zulmün rövanşını alarak adâleti tesis
edeceğini iddia etmektedir.[38]
Fakültemizde
10.04.2013’te bir konferans veren Prof. Dr. Sönmez Kutlu Bey, sözkonusu kitabın
muhtevasını aktardıktan sonra şunları söylemişti: “Şi‘îler geçmişte yaşadıkları
sıkıntıların intikamını önümüzdeki yıllarda alacaklardır. Bağdat’ın düşüşü
Şi‘îliğin yükselişi anlamına gelmektedir. Şu anda bir asistan arkadaş İran’da,
Şi‘îliği çalıştırıyorum. Geçen hafta geldi. Hâlâ mollalar arasında, sokaklarda,
insanların bir dilenciye bir şey verdikleri zaman duâ olarak ‘lânet ber Aişe,
Ömer, Ebû Bekr’ gibi sözlerle düşmanlık ve nefreti körüklemeye devam
ettiklerini söyledi. Günümüzdeki Şi‘î-Sünnî kutuplaşması çatışmaya doğru
giderse, önümüzdeki yıllarda İslâm dünyasını Kerbelâ’dan daha büyük felâketler
bekleyebilir. Bunun önüne geçilebilmesi için, bütün İslâm dünyasındaki akademik
çevrelere büyük görevler düşmektedir. Bugün Amerika, İslâm dünyasındaki
sorunları çözmek için “kendi içinde çatıştırma” politikasını son derece
başarılı bir biçimde kullanmaktadır”.
Nihâî
hedefi “İslâm” olan Batı’lı derin güçlerin, İslâm ülkelerinde yaşayan müslüman
toplumları çatışmaya sürükleyecek “sinir uçlarını” tespit ederek uyarmaya ve
“uyuyan hücreleri” harekete geçirmeye yönelik istihbârî çalışmalarının hız
kazandığı bir konjonktürden geçiyoruz.[39]
Dolayısıyla, sahâbenin adâleti, otoritesi, aralarındaki ihtilâflar üzerinde
konuşurken, yazıp-çizerken, salt akademik kaygılar taşımanın dışında, meselenin
provokatif boyutunu da göz önünde bulundurmak gerektiği kanaatindeyim.
Yaşanan
hâdiselerin tamamında sadece bir kişiyi (Hz. Ali’yi) haklı gördüğünüzde, bunun
karşılığında Hz. Muâviye’nin hakkını savunmak için çaba sarfedenlerin de
çıkması tabiîdir. Nitekim İbn Ebî Âsım (ö. 287)’dan günümüze Hz. Muâviye’yi
müdafaa eden ve faziletlerini zikreden 40’a yakın müstakil kitap kaleme
alınmıştır ve çoğu matbûdur. Bunlar arasında Hindli âlim Abdülazîz b. Ahmed b.
Hâmid’in (1239/1824) en-Nâhiye an Ta’ni Emîri’l-Mü’minîn Muâviye adlı
eseri, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı’nda Doktora
yapmakta olan Necmi Sarı Bey tarafından, takdîre şayan bir gayretle, 695 dipnot
eklenmek suretiyle ve 320 sayfa halinde Türkçe’ye çevrilmiştir.[40]
İslâm
tarihinde Alevîlik karşısında, diğer üç râşid halifeyi hilâfete lâyık olma
bakımından haklı bulan, öven, savunan fırkaların, “Bekriyye, Ömeriyye,
Osmâniyye” ismiyle ortaya çıktığını biliyoruz. Sadece Kütüb-i Sitte râvîleri
arasında hakkında “Osmancı idi” كان عثمانيا denilen, yani Hz. Osman’ı Hz. Ali’den üstün gören şahısların kimliklerini
araştırdığımızda, bunların çoğunun sağlam ve güvenilir râvîler olduğunu
görürüz. Hadis tarihinin farklı yönelişteki sîmalarına dair bir örnek sunması
bakımından, yaygın anlayışın aksine “Osmancı” olup bu kanaatini savunmakla
tanınan 18 râvînin isimleri ve İbn Hacer’in haklarındaki kısa
değerlendirmelerini vermek istiyorum:
Abdullah
b. Habîb el-Kûfî (ö. 74-92, Sika, Sebt); Abdullah b. Kays el-Kindî (ö. 77,
Sika); el-Heysem b. el-Esved el-Kûfî (ö. 80-, Sadûk); Abdullah b. Şeddâd
el-Medenî (ö. 81, Sika, Fakîh); Abdullah b. Şakîk el-Basrî (ö. 108, Sika);
Talha b. Musarrif el-Kûfî (ö. 112, Sika, Fâdıl, Kurrâ); Zübeyd b. el-Hâris
el-Yâmî (ö. 122, Sika, Sebt, Âbid); Osman b. Âsım el-Kûfî (ö. 127, Sika, Sebt,
Sâhibu Sünne); Âsım b. Behdele el-Kûfî (ö. 128, Sadûk, Kırâatte Huccet); Muğîre
b. Mıksem ed-Dabbî el-Kûfî (ö. 136, Sika, Mutkın, Fakîh); Abdullah b.
Ebi’l-Hüzeyl el-Kûfî (Tâbiûn’un büyüklerinden, Sika); Şimr b. Atıyye el-Kûfî
(Tâbiûn’un küçüklerinden, Sika); Abdullah b. Avn el-Basrî (ö. 150, Sika, Sebt,
Fâdıl); Hammâd b. Zeyd el-Basrî (ö. 179, Sika, Sebt, Fakîh, Huccet); Bişr b.
el-Mufaddal el-Basrî (ö. 186, Sika, Sebt, Âbid); Abdullah b. İdrîs el-Kûfî (ö.
192, Sika, Sebt, Fakîh, Âbid); Muhammed b. Ubeyd et-Tanâfisî el-Kûfî (ö. 204,
Sika); Muhammed b. el-Kasım el-Esedî el-Kûfî (ö. 207, Kezzâb, Metrûk, Zayıf).
Bunlar
arasında Abdullah b. Habîb’in “Sıffîn’de Hz. Ali’nin yanında savaştığı halde
sonradan Osmancı olduğu”, el-Heysem b. el-Esved ile Abdullah b. Şakîk’in
“Osmancı olmakla birlikte Ali’ye buğzettikleri”, Muğîre b. Mıksem’in de “Ali’yi
suçladığı” ayrıca kaydedilmiştir.
Yine
meselâ, Kütüb-i Sitte’nin tamamında rivâyeti bulunan, “kaderî” olmakla
birlikte “hadiste sika ve sebt” kabul edilen Etbâu’t-tâbiîn’den Sevr b. Yezîd
b. Ziyâd el-Kelâî el-Hımsî (ö. 150-), Sıffîn’de Hz. Muâviye ile birlikte
savaşıp ölen dedesi nedeniyle, yanında Hz. Ali zikredildiğinde (ona
sebbetmemekle birlikte) şöyle dermiş: “Dedemi öldüren adamı sevmem”.[41]
Yukarıdaki
isimleri veriş sebebim, ilk üç asırda yaşamış sözüne/rivâyetine güvenilir ulemâ
arasında, kendi bilgi, tecrübe ve kültür birikimi çerçevesinde birbirine
muhâlif ashâbdan birini yaygın görüşün aksini tercih ederek haklı bulan
insanların varlığını ve bu durumun tabiîliğini ortaya koymaktır. Sahâbe
hakkında ileri-geri söz etmeden önce, belki bir empati yaparak “o devirde
yaşasaydım kimden yana olurdum?” sorusunu kendimize sormamız, insaflı bir tutum
sergilememiz gerekmektedir.
Aralarında
ihtilâf cereyan etmiş olan sahâbeden birini mutlaka haklı diğerini haksız
görmenin, birini mutlaka mazlum diğerini zâlim kabul etmenin müslümanlar
arasına (yukarıda verdiğim Şi‘î reflekslerden de anlaşılacağı üzere) tefrika ve
nefret tohumları ekmekten başka bir işe yaramadığını, sahâbeyi “bize Allah
Rasûlü’nün getirdiği dîni anlatan elçiler” olarak telakkî etmenin en sağlıklı
yol olduğunu farkeden ulemâ arasından, meşhur Hanefî fakîhi ve muhaddis Ebû
Ca’fer et-Tahâvî (ö. 321), Akîde’sine şöyle bir madde koymuştur: “Allah
Rasûlü (s.a.v.)’nün ashâbını sever, herhangi birini sevmede ifrâta/tefrîte
kaçmaz, hiçbirinden teberrî etmeyiz. Ashâbı hayırla anmayan ve buğzedene biz de
buğzeder, onları ancak hayırla yâdederiz. Onları sevmek dindir, imândır,
ihsândır; onlara buğzetmek küfürdür, nifâktır, tuğyândır”.
Asırlar
sonra Zehebî (ö. 748) şöyle demektedir: “Bizi âfiyette kıldığı için Allah’a
hamdederiz. Öyle ki, bizi hakkın açıkça parladığı ve iki taraftan (Ali-Muâviye)
hangisinin haklı olduğunun açıkça belli olduğu bir zamanda dünyaya getirdi. Biz
iki gruptan her birinin eleştirilecek yanlarını bildik ve bunları iyice idrak
ettik. Bunlardan dolayı onları mazur gördük, onlar için istiğfar ettik, ifrât
ve tefrîte kaçmadan onları sevdik, câiz bir te’vîl veya Allah’ın dilemesiyle
bağışlanmış bir hatâ ile bâğîler için rahmet duâsı ettik ve Allah’ın bize
öğrettiği gibi şöyle dedik: “Rabbimiz, Bizi ve bizden önce iman etmiş
kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma!
(Haşr, 10)”.[42]
Bizzat
Hz. Ali (r.a.)’nin, Sıffîn’de iki taraftan öldürülenler hakkındaki görüşü
sorulduğu zaman; “Bizim de onların da ölüleri cennettedir. Akıbet iş gelir bana
ve Muâviye’ye dayanır” dediğini göz önüne aldığımızda,[43]
Ehl-i Sünnet ulemânın haklı ile haksızı tespit etmekle uğraşmaktan çok “iki
tarafa eşit uzaklıkta” durma yönünde aldıkları kararın isabetli olduğunu
söyleyebiliriz. Zira murûr-ı zamana uğramış dava dosyalarını yeniden açmanın,
pek çok ayrıntısını bilemediğimiz olayları geriye dönük olarak sorgulamanın,
şahısları yargılamanın faydadan çok zarar getireceği kuşkusuzdur. İslâm
tarihinin ilk asırlarında, eski defterleri kurcalamakla meşgul olan nice
şahsın, bununla başka bir amaca hizmet ettiği gözlemlenmiştir. İmam Mâlik şöyle
der: “Bunlar öyle topluluklardır ki, aslında Peygamber (s.a.v.)’e sebbetmek
istemişler, bu mümkün olmayınca, ‘o kötü biridir, iyi olsaydı ashâbı da iyi
olurdu’ densin diye sahâbesine sövmüşlerdir”.[44]
İslâm
dünyasının birliğine ve Sünnî-Şi‘î ittifâkına (takrîb) hizmet eden
çalışmalarıyla tanınan Muhammed Ebû Zehra’nın şu tespiti önemlidir:
“Başlangıçta olduğu gibi, bilimsel ve teorik düzeyde kalan ihtilâflar
cemaatleri bölen ve birliği bozan şeyler değildir. Cemaatler arasında büyük
çatışmalara yol açmaz. Ancak grupçu Şî‘a ihtilafları Rasûlullah’ın kurduğu ve
kardeşlikle pekiştirdiği İslâm Birliğini çözecek ve bölecek devletlerin doğmasına
yol açmıştır”.[45]
Konuyla
irtibatı bulunması bakımından bir latîfe olarak şu hususu da arzetmek isterim.
Bilindiği üzere Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Bir hayra
öncülük eden kimseye onu yapan gibi sevap vardır”.[46] “Bir kimse doğru yola dâvet ederse, ona
uyanların sevabı kadar kendisi için de sevap vardır. Bu ona uyanların sevabından
bir şey eksiltmez”.[47] “İslâm’da iyi bir çığır açan
kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine
verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da
kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin
günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey
noksanlaşmaz”.[48]
Âyet-i
kerîmede de şöyle buyurulur: “Kim (Allah’ın huzuruna) bir iyilikle gelirse
ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin
dengiyle cezalandırılır. Onlara haksızlık yapılmaz”.[49]
Bir iyiliğin on kat yerine yedi yüz kat sevapla, hatta Allah dilerse çok daha
fazlasıyla mükâfatlandırılacağını vâdeden âyeti de biliyoruz.[50]
Bir
sahâbînin dinin emir ve nehiylerinden, İslâm ahlâkından tek bir umdeyi
kendisinden sonra tek bir tâbiîye, onun da tek bir öğrencisine öğrettiğini,
hepsinin bunu selîm bir kalb ve sahîh bir niyetle sâlih bir amele dönüştürerek
uygulamaya koyduğunu, bu silsilenin her tabakaya sadece bir şahıs düşecek
şekilde devam ettiğini ve günümüze 50 nesil üzerinden geçerek geldiğini
varsaydım.[51]
Bir
müslümanın bugün işlediği tek bir iyiliğe karşılık kazandığı (Cennet’te hangi
dereceye karşılık geldiğini bilemediğimiz) on kat ecri matematiksel olarak 50
nesil geri götürdüğümüzde, bir sahâbînin kendisinden sonraki bir kişiye
öğrettiği bir iyilikten alacağı sevap tam olarak 5 katrilyon 629 trilyon 499 milyar 534 milyon 213 bin
120’dir. Her nesilde on yerine yedi yüz kat ecir alındığını
farzetsek, bu takdirde rakam 394 katrilyon 64 trilyon 967 milyar 302 milyon 918
bin 400 olacaktır. Öğretilen iyiliklerin, işlenen hayırların sayısının gerçekte
kaç olduğunu, her nesilde gerçekte kaç kişinin bulunduğunu ve alınan ecr u
mesûbâtın kaça katlanarak kayda geçtiğini kestirmek imkânsızdır. Sadece
misliyle cezalandırılan bir kötülüğü (olmaz ya) ashâbı örnek alarak işleyen bir
müslümanın, bundan dolayı 50 nesil gerideki bir sahâbîye yazdıracağı günahın
rakamsal değeri ise 562 trilyon 949 milyar 953 milyon 421 bin 312’dir. Ne var
ki Cenâb-ı Hakk’ın “onlar için mağfiret talebinde bulunma” emrine imtisâl eden
mü’minler, bu günahların tümünün Hakk katında silinmesine vesile olacaklardır.
İbn
Abbâs (r.a.)’ın yukarıda naklettiğim; “Allah onların savaşacaklarını elbetteki
bilmekteydi” sözünden hareketle, onların günahlarının sonraki nesillerin
istiğfârı ile imhâ edileceğinin Allah Teâlâ nezdinde ezelden bilindiğini, “Allah’ın
onlardan râzı oluşunun”[52]
bu sebeple hiçbir devirde değişmeden devam edeceğini söylememiz mümkündür. Bir
başka deyişle, sonraki nesiller sahâbe-i kirâmın işlediği mâsiyetler (mesâlib)
üzerinde tartışmakta iken, sevap hânelerine yazılmaya devam eden hayr u hasenât
nedeniyle onların çoktan merhûm ve mağfûr olduklarını hesap etmeliler.
Ashâb
hakkında nâhak yere konuşmanın ve hukuklarına dil uzatmanın, konuşana “vizr”
konuşulana “ecr” olarak kaydedileceğini şu rivâyetten öğreniyoruz: “Hz.
Âişe’ye, ‘insanlar Rasûlullah’ın ashâbına sövüyorlar, hatta Ebû Bekr ve Ömer’e
bile sövüyorlar’ denildiğinde şöyle cevap verdi: Siz bunun nesine hayret
ediyorsunuz ki? (Vefatlarıyla) onların sadece amelleri kesilmiştir. Allah
onların ecirlerinin kesilmesini ise murad etmemiştir”.[53]
Bu
tablonun ilâhî bir formül olarak dünya hayatına konulduğunu, sahâbe ile sınırlı
olmayarak, aslında her mü’min neslin kendinden bir önceki nesil için istiğfar
etmek suretiyle sonrakilerin öncekileri affettire affettire ilerlediğini
düşünmemizin önünde bir engel yoktur.[54]
Mü’minlerin birbirleri hakkında mağfiret talebinde bulunmalarını isteyen nebevî
emirler[55]
ve her namazımızın sonunda okuduğumuz “Rabbenağfirlî” duâsının böyle bir gayeye
hizmet ettiği açıktır.
Duâda
bile silsile ile yukarıya doğru bağlanışımızın vahiy kaynaklı oluşunda şüphe
yokken; İslâm Medeniyeti’nin bilgi geleneğinde ancak icâzetle alınan ve ilk
kaynağına güvenilir râvîler vâsıtasıyla dayandırılan bilginin “muteber” olduğu
da müsellem iken; III. Oturum’un ilk tebliğinde ortaya konan sahâbe algısı
kanaatimce son derece problemlidir. Mehmet Zeki İşcan Bey orada; sahâbenin
dindeki konumunu Max Weber’in “karizma” kavramı ve “sınıf” anlayışına
başvurarak açıklamaya çalıştı. Sahâbeye ve ilk İslâm nesillerine yönelişin
“ataların sünnetini takip etme gibi bir sosyo-psikolojik tavırla” ortaya
çıktığını iddia etti. Sahâbeyi esas alan bir dinî anlayışı “tarih bilinçsizliği
içinde her şeye kādir atalar edebiyatı yapmak”la suçladı. Sahâbeye bağlılığın
“rivâyete dayalı bir din anlayışıyla” sonuçlandığı ifade etti.
Sayın
İşcan bunları söylerken, bugünkü “bilgin” tarifinden; yani “çok bilinen şeyleri
sorgulayan” kişi olabilme gerekliliğinden ve “itaat” edilirse İlahiyat alanında
bilim yapılamayacağı ön kabulünden hareket ediyor. Serdettiği görüşler, otoritenin
mutlak reddine dayanan ferdiyetçi, inkârcı ve değerleri tersine çevirmeyi
arzulayan anlayışı, yani “Nihilizm”i çağrıştırdı bana. Kadîm ulemânın birbirine
karşı tenkitçi tavrı, belli bir ilmî disiplin ve otoriter çerçeve içinde idi.
Onlar birbirlerini, , “Kim Peygamber’e daha itaatkâr ve kim daha çok sahâbenin
yolunda?” sorusundan yola çıkarak sorgulamışlardı. Zira o devirde bilgi
kaynaklarının hiyerarşisinde ulemâ arasında esaslı bir ihtilaf yoktu.
Kendisinin bu tebliğde yaptığı ise “temellere/değerlere, İslâmî varlık-bilgi
sisteminin iç uyumuna saldırı” niteliğindedir ve mahiyeti tamamen farklıdır.
“Rivâyet esas alınırsa insânî hayat çemberi daralacaktır, erdemli ve sivil
hayat dumûra uğrayacaktır” şeklindeki bir düşünüş, İslâmî paradigmadan (dünya
görüşünden) bir sapmadır. İşcan’ın oturum sonunda sarfettiği; “İslâm’a göre,
Kur’ân’a göre, Dîne göre demektense Bana göre demek daha uygundur” şeklindeki
cümlesi de bunu ortaya koymaktadır. Burada ya Ben’i dînin karşısında veya
dışında bir yere konumlandırma vardır (ki bu takdirde otoriteyi inkâr, kendi
otoritesini inşâ edebilme amacına yöneliktir) veya dînin ne söylediği konusunda
emin olamama, karamsarlık, kaynaklara karşı güvensizlik ve delillerden kaçış
vardır. İnsan’dan hareket eden ideoloji veya teorilerden kalkarak, Vahiy
merkezli bir dînin kurumlarını eleştirmeye çalışmak, kanaatimce tutarsız ve
anakronik bir yaklaşımdır. Farklı bir medeniyetin, başka bir anlam dünyasının
ürettiği sosyal kavramlar ve kuramların olduğu gibi ve kendi içinde eleştirilmeden
alınarak İslâm’ın varlık ve bilgi dünyasına monte edilmesi büyük bir
tehlikedir. En iyimser bakış açısıyla, İşcan’ın tebliğinde sahâbeye bağlılık
üzerine dile getirilen iddiaların, oryantalist paradigmaya hizmet etmekten öte
bir anlam taşımayacağını üzülerek ifade etmek istiyorum.
Kendisinin
görüşlerine tamamen katıldığını belirten Hanefi Palabıyık bey müzâkeresinde
şöyle bir cümle kullandı: “Sahâbeye tâbî olmak (ne demekse tâbî olmak) Hz.
Peygamber’in ve sahâbenin geleneğinde olmayan bir şeydir!”.
Tevbe
sûresinin 100. âyeti, böyle bir geleneğin olup olmadığı konusunda
aydınlanmamıza vesile olacaktır: “(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen
ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah
onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara,
içinde ebedî kalacakları, zemîninden ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır.
İşte bu büyük kurtuluştur”.
Hz.
Peygamber’e (hatta Hz. İbrahim’e ve diğer peygamberlere) tâbî olmayı emreden
âyetlerde (Âlü İmrân, 31, 95; En’âm 153, Câsiye 18) “ittibâ” kavramı hangi
anlamda kullanılmışsa, burada da bu kavram o anlamdadır. Bakara sûresinin 143.
âyetini, Âlü İmrân sûresinin 110. âyetini, Tevbe sûresinin 100. âyetini, Feth
sûresinin 29. âyetini ve Nisâ sûresinin 115. âyetini görmezden gelip, onlarca
sahîh hadis varken “Ashâbım yıldızlar gibidir” hadisinin sıhhat probleminden
bahsederek bunun bir “yozlaştırma ve meşrûlaştırma çabası” olduğundan sözetmek,
İslâm’ın ana kaynaklarını algılamada bir yozlaşmanın varlığına işaret eder. Bu
iddiadaki bir kimsenin, o âyetlerde sözü edilen “insanlara örnek olan vasat
ümmet”le, “insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet”le,
“kendilerinden Allah’ın râzı olduğu insanlar”la, “Peygamber’in yanında olup
rükû ve secde edenler”le ve “mü’minlerin yolu” ile neyin ve kimlerin
kastedildiğini açıklaması icab eder. Bu tavrın, en iyi ihtimalle, siyâsî
gâyelerle ashâbı tahkîr eden veya onların faziletleriyle ilgili âyetleri te’vîl
ve reddetme yolunu seçen İmâmiyye-İsnâaşeriyye’nin emellerine hizmet edeceğine
inanıyorum.
“Hz.
Peygamber’e yaslanarak konuşmanın kolaylığı...”, “Rivâyetlerin sıhhat ölçüsü,
Hz. Peygamber’in gayb bilgisi ve Kur’ân dışı vahiy gibi Kur’ân ve İslâm
Düşüncesi’nin derin yaralar almasına yol açan tartışmalar...” gibi cümlelerle
sayın Palabıyık da sayın İşcan gibi “rivâyete/nassa bağlı olmayan bir din
algısını” çağrıştıran, böyle bir özlemi taşıyan yaklaşımlarda bulundu. Bu
duruş, İslâm Medeniyeti’nde “akıl” ve “havâss-ı selîme” yanında bilgiyi elde
etme metodlarından biri olarak kabul edilen “haber-i sâdık”ın reddi anlamına
gelmektedir. Batı Medeniyeti’nde tek kabul gören “tecrübî metod”un yanında
bizim medeniyetimizin “sem’î metoda” da diğeri kadar önem atfettiğini, bu
farklılığın iki medeniyetin “âlem” anlayışından kaynaklandığını hatırlatmakta
fayda var. Konu üzerine Muhammed Imâra’nın Bilgi Kaynağı Olarak Nebevî
Sünnet başlıklı makalesinin okunmasını tavsiye ederim.[56]
Salih
Kesgin beyin tebliği üzerindeki müzâkeremin yanısıra problemli bulduğum diğer bazı
meselelere dair mülâhazalarımı da sunma fırsatı verdiği için sayın başkana ve
beni sabırla dinleyen siz değerli dinleyicilere teşekkür ediyorum.
V. Oturum
Sonundaki Serbest Müzâkere
(Faruk Beşer:
Hadisçilere sesleniyorum, “Ashâbî ke’n-nücûmi” hadisini ya sahîh
saymayacaksınız ya da hadisciler olarak sahâbîyi daraltacaksınız. Rasûlullah’ı
mü’min olarak görmüş insanların hepsi sahâbîdir derseniz ve bunların her biri “muktedâ
bih” olursa, o zaman benim de orada kendi hatalarıma muktedâ bih olarak bulabileceğim
pek çok insan çıkar. Burada bir problem var, bu problemi halledin ki biz de ne
yapacağımızı, nasıl düşüneceğimizi bilmiş olalım).
Ahmet Tahir
Dayhan (Prof. Dr. Faruk Beşer’e hitâben): “Ashâbım yıldızlar gibidir, hadisiyle
ilgili bir anekdot aktarmak istiyorum. Müslim’in Sahîhi’nde 2531 no’lu hadîs-i
şerif. Ebû Bürde hadisi. “Yıldızlar gökyüzünün emniyet kaynağıdır. Onlar yok
olup gittikleri zaman gökyüzüne va’dolunan şeyler gelip çatar. Ben ashâbım
için, ashâbım da ümmetim için bir emniyet kaynağıdır. Va’dolunan tehlike ve
fitneler, ben gittiğim zaman ashâbıma, ashâbım gittiği zaman da ümmetime gelip
çatar”.
Hz. Peygamber
(s.a.v.) bu teşbîhiyle sanki şunu demek istiyor: “Gökteki her bir yıldızın
belli bir yörüngeye çakılı olması gibi onlar da yörüngelerinde dönerler.
Kiminin ışığı kuvvetli kimininki daha zayıf olsa bile, hiçbirinin doğru yönü
gösterme bakımından diğerinden farkı yoktur. Hedef bensem eğer, hangisine
uysanız o sizi bana getirir/beni size götürür”.
Acizane
kanaatim, “Ashâbım yıldızlar gibidir” hadisi, bu hadisin “yuvarlanmış” hâlidir.
Hadislerin formülasyonunu savunan görüşü çağrıştırmaması için “formüle edilmiş”
demiyorum bilerek. Yani bir nevi “bir başka şekilde ve yeniden” söylenmiş
hâlidir. “Bu hadis, kısaca bu demektir” anlamındadır. İbnü’l-Cevzî, Süyûtî,
Aliyyü’l-Kârî, Aclûnî, Şevkânî gibi Mevzûât müellifi muhaddislerin “hadisin
sahîh bir senedi yoksa da mânâsı sahîhtir” dedikleri türden bir rivâyet olduğu
kanaatindeyim.
“Ashâbın
hatâları noktasında tavrımız ne olacak, onların hepsini muktedâ bih mi kabul
edeceğiz?” diye sordunuz. Ebû Zehra’nın bir eserinden bir anekdotu bu vesileyle
arzetmek istiyorum.
Huzurunda üç
halifeyi yeren Iraklıları azarlayan Muhammed Bâkır (ö. 114), onlara önce Haşr
sûresi 8. âyeti okuyarak şu soruyu sormuştu: “Siz yurtlarından ve mallarından
uzaklaştırılmış olan muhâcirlerden misiniz?”. “Hayır” diye cevap verilince, bu
sefer aynı sûrenin 9. ayetini okuyarak şunu sordu: “Peki daha önceden Medine’yi
yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olanlardan (ensârdan) mısınız?”.
Yine “Hayır” dediler. Bunun üzerine İmam, 10. âyetle yıkıcı darbeyi indirdi: “O
halde bunların arkasından gelip de ‘Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş
imanlı kardeşlerimizi bağışla’ diyenlerden de mi olamıyorsunuz? Kalkın yanımdan,
Allah işlerinizi yoluna koymasın; müslüman olduğunuzu söylüyorsunuz ama İslâm’a
ehil insanlar değilsiniz!”. (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe: Hayâtuhû ve
Asruhû, Ârâuhû ve Fıkhuhû, s. 79, I. Bölüm, 61. Madde).
Hz. Âişe
vâlidemizin, Mısırlıların Hz. Osman’a, Şamlıların Hz. Ali’ye, Harûrîlerin
(Hâricîlerin) de bütün sahâbeye sebbetmeleri karşısında aynı âyete işaretle;
“Onlar Peygamber (s.a.v.)’in ashâbı için Allah’tan mağfiret dilemekle
emrolundukları halde onlara sövdüler” dediğini de buna eklemeliyim. (Müslim, es-Sahîh,
no. 3022).
﴿ لِلْفُقَرَاء الْمُهَاجِرِينَ الَّذِينَ أُخْرِجُوا
مِن دِيارِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا
وَيَنصُرُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ . وَالَّذِينَ
تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ
إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا
وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ
نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ . وَالَّذِينَ جَاؤُوا مِن بَعْدِهِمْ
يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا
بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِّلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا
إِنَّكَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ ﴾
Ashâb, örneklik
noktasında yıldızlar gibidirler. Hatâ ettikleri noktada ise Rabbimizin bize
emri, onlar için istiğfar etmektir. Teşekkür ederim.
*
Yrd. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı
Öğretim Üyesi, deuif.blogspot.com, dayhan@excite.com.
[1]
Mevkibü’n-Necefi’l-Eşref, kuruluş: 1971.
[2]
http://www.aqaed.com/mostabser/175; http://www.aqaed.com/mostabser/guestbook/1
[3]
http://www.tidjaniya.com/ar/tidjaniya-faq-38.php
[4] İbn
Ebi’d-Dünya, Aziz Antonius’dan Hikâyeler (Kitâbu’l-vecel ve’t-tevessuk
bi’l-amel), İbn Ebi’d-Dünyâ Serisi no. 49, Editör: Yusuf Özbek, Tercüme:
Ahmet Tahir Dayhan, Ocak Yayıncılık, İstanbul 2008, no. 2, 6.
[5] İbn Ebî Şeybe,
el-Musannef, 6/126, no. 30014; 7/142, no. 34821; Beyhakî, Şuabü’l-Îmân,
2/354, no. 2023.
[6]
http://www.ateistforum.org/index.php?showtopic=50060&st=60.
[7] Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh,
İlm 39; Meğâzî 78; Merdâ 17; İ’tisâm 26.
[9] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr,
2/96, no. 1427; 10/198, no. 10448.
[10] Hâkim, el-Müstedrek,
3/167, no. 4730; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 1/108, no. 182, 22/401,
no. 1001.
[11] İlyas Üzüm, Sünnîlikten
Şiîliğe, Şiîlikten Sünnîliğe Geçen İki Müellif ve Eserleri, İslâm
Araştırmaları Dergisi, sayı. 1, 1997, s. 200.
[14] Bk. Şeyh
Sadûk, İbn Bâbeveyh el-Kummî, Meâni’l-Ahbâr, s. 354-356.
[15] Beyhakî, Şuabü’l-İmân, 1/69, no. 36; İshâk b.
Râhûye, el-Müsned, 3/669, no. 1266. Söz Hz. Peygamber’e değil, Hz.
Ömer’e aittir.
[16]
A‘râf 7/96.
[17]
Âlü İmrân 3/110.
[18] Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, 5/75, no. 950; İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
2/88, no. 156. Âyet ve hadislerden hareketle Hz. Ebû Bekr’in Hz. Ali’den daha
faziletli ve ümmetin en faziletlisi olduğunun tafsîlatlı şekilde anlatımını yapan
ve Şî‘a’nın iddialarını ele alarak reddeden Fahruddîn Râzî’nin görüşleri için
bk. Ali Nurullah Berk, Fahreddîn er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde
Şia’ya Yönelik Tenkitler, Yüksek Lisans Tezi, Şanlıurfa 2006, “Ashabdan
Teberri” başlıklı bölüm, s. 94- 112.
[19]
Haşr 59/10.
[20] Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe: Hayâtuhû ve Asruhû,
Ârâuhû ve Fıkhuhû, s. 79, I. Bölüm, 61. Madde.
[22] İbnü’l-Cevzî, Menâkıbü’l-İmâm
Ahmed b. Hanbel, s. 218.
[23] Sultan III.
Ahmed devrinde, Bağdat valisi Vezir Ahmed Paşa (ö. 1747), Ebu’l-Berekât
es-Süveydî (ö. 1761)’yi resmî bir vazifeyle görevlendirerek İran Şâhı Tahmasb
Kulu Nâdir Şah’ın yanına Necef’e gönderir. Şah’ın huzurunda Şî‘a’nın ashâba dil uzatmayı ve halifelere sövmeyi bırakmadıkça
beşinci hak mezhep olamayacağını ispat etmek üzere bulunan Süveydî, Mollabaşı
Ali Ekber ve 70 kadar Şi‘î molla ile tartışır. Tartışma esnasında Süveydî’nin
Mollabaşı’na sorduğu sorulardan biri; “Şi‘îler madem ki Hz. Ali’ye bey’at
etmeyen sahâbîleri murted sayıyorlar, o zaman Hz. Ali, kızı Ümmü Külsûm’ü Ömer
b. el-Hattâb’la neden evlendirdi?” iken diğer sorusu şudur: “Hz. Ali’nin oğlu
Muhammed b. el-Hanefiyye’nin annesi hangi aşîrettendi ve o aşîreti kim esir
etti?”. Bu soruyla kastettiği, Benî Hanîfe aşîretini esir alan halîfe Hz. Ebû
Bekr zâlim biri idiyse, onun esir aldığı bir kadının (Muhammed’in annesi) esir
hükmünde olamayacağı, ailesinden istenmesi gerektiğidir. Ancak Hz. Ali öyle
yapmamış, kadını câriye olarak almış ve ondan çocuk sahibi olmuştur. Bk. Bekir
Topaloğlu, Kelâm İlmi: Giriş, İstanbul 1991, s. 334-335; Süveydî’nin el-Hucecü’l-Kat’ıyye
li’ttifâki’l-Fıraki’l-İslâmiyye adlı risâlesinin tercümesi. Tartışma
sonunda Süveydî karşısında yenik düşen mollalar, ashâba sebbetmeyi kaldırdıklarını,
fazîletlerini ikrar ettiklerini, hilâfeti mevcut sıraya göre kabul ettiklerini
belirten bir tutanak imzalarlar. (25 Şevval 1148/8 Mart 1736). O gün bir
konuşma yapan Nâdir Şah şunları söylemiştir: “Şu andan itibaren sebb-i
Şeyhayn’ı yasakladım. Her kim onlara dil uzatırsa onu öldürür, evlâd ü ıyâlini
esir eder, malını alırım. Ne İran içinde ne de çevresinde ashâbı kınamak ve
buna benzer çirkin davranışlarda bulunmak artık yoktur. Bunlar, aşağılık Şah
İsmail devrinde türemiş, soyu da onun izinden gitmiş, sonunda ashâba sövgü
çoğalmış, bid’atler artmış, budalalıklar çoğalmıştır...”. A.g.e., s.
342-343.
[24] Süleyman b.
Sâlih el-Hırâşî, Es’iletün Kâdet Şebâbe’ş-Şîati ile’l-Hakk, h. 1426,
madde: 1, 3, 6. 188 sorudan oluşan bu belgede, yukarıdaki bilgilerin dayandırıldığı
Şiî kaynaklar şöyledir: Küleynî, el-Kâfî, 6/115; Tûsî, Tehzîbü’l-Ahkâm,
8/148, 2/380; el-İstibsâr, 3/356; Ali el-Erbilî, Keşfü’l-Ğumme fî
Ma’rifeti’l-Eimme, 2/66, 3/26; Şeyh Müfîd, el-İrşâd, s. 302, 354;
Ya’kûbî, Târîhu’l-Ya’kubî, 2/213; Mes’ûdî, et-Tenbîh ve’l-İşrâf,
s. 263. http://www.saaid.net, http://www.alkashf.net;
http://saaid.net/Warathah/Alkharashy/ESS.PDF,
http://www.alfarowq.com/vb/uploaded/2_1311591563.pdf.
[25]
Şi‘î kaynaklara müracaatla hutbenin hurâfe ve efsâneden ibaret olduğunu ispatlayan
ciddî bir çalışma için bk: Sa’d b. Râşid eş-Şenefâ, أسطورة
الخطبة الفدكية [ خطبة فاطمة ] في الميزان تحقيق حديثي ردا على شيوخ الرافضة http://www.ahlalhdeeth.com/vb/showthread.php?t=170219
[26] Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl,
no. 552.
[27] Meclisî, Bihâru’l-Envâr,
101/121; Abdurrahman Muhammed Saîd, Ehâdîsü Yahteccü bihe’ş-Şîa, s. 114.
[28]
http://www.icmalyayinlari.com/yazarlar/prof-dr-haydar-bas
[31] İbn Abdilberr, el-İstîâb, 1/116; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe,
1/262; konuyla ilgili olarak ayrıca bk:
http://ejabat.google.com/ejabat/thread?tid=2a0911f12036d6d8.
[32] Muharrem
Akoğlu, Mihne Sürecinde Mu’tezile, İstanbul 2006, s. 123, 263-268.
[33] İlyas Üzüm, a.g.m.,
s. 196; eş-Şîa ve’t-Tashîh adlı eserden naklen.
[34] Kehf, 18/5;
Muhammed Ebû Zehra, Dünya İslâm Birliği, Tercüme: İbrahim Sarmış,
İstanbul 1996, s. 275-276.
[35]
http://www.youtube.com/watch?v=SCgz7o_XAF0; حقيقة
قناة آفاق البترية التابعة لنوري المالكي dakika: 08:00-14:30
[36]
http://www.aljazeera.net/news/pages/200b8f00-763f-440b-a95a-d73418baeaad,
http://www.youtube.com/watch?v=u2_dqTz85Pw, http://ar.wikipedia.org/wiki/ياسر_الحبيب; http://ar.wikipedia.org/wiki/هيئة_خدام_المهدي).
[37]
http://www.youtube.com/watch?v=n5HpTVn0S4I&feature=share
[38]http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haberArchive&ArticleID=5646,
http://www.atimes.com/atimes/Middle_East/HJ28Ak01.html
[40] Abdülaziz b.
Ahmed b. Hâmid, Mü’minlerin Emirine Yönelik Tutarsız Eleştiriler: Muâviye b.
Ebî Süfyân Müdafaası, İstanbul 2010, s. 50-56.
[41] Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl,
4/421, no. 862; İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 2/30, no. 57.
[43] İbn Ebî Şeybe,
el-Musannef, 7/552, no. 37880.
[44] İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ,
4/429; İbn Kayyimi’l-Cevziyye, es-Savâiku’l-Mürsele, 4/1405.
[45] Muhammed Ebû
Zehra, Dünya İslâm Birliği, s. 296. Türkiye Ca’ferî Cemaati lideri
Selahattin Özgündüz’ün (d. 1952, Iğdır), Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 160
kadrolu Ca’ferî imam alacağına dair kararı hakkında, 16.12.2008 Salı günü
Habertürk Televizyonu’na telefonla bağlanarak yaptığı konuşmayı şu cümleyle
sonlandırmış olması düşündürücüdür: “Muâviye’nin yağlı sofrasına kanmayacağız!”.
Kastettiği şey, Ebû Mansûr es-Seâlibî (ö. 429)’nin Simâru’l-kulûb adlı
eserinde senedsiz olarak naklettiği (Kahire 1965, s. 111-112, no. 1599), Ebû
Hureyre (r.a.)’nin “Muâviye’nin yanında madîra (ekşi sütle pişirilen et yemeği)
yiyip Ali’nin arkasında namaz kılması”na dair asılsız hikâyedir. Mısırlı
gazeteci Mahmûd Ebû Rayye (1889-1970) de bunu oradan alıp, Sıffîn’e
katılmayarak tarafsız kalan Ebû Hureyre’yi tahkîr etmek üzere yazdığı kitabına
isim yapmıştır (Şeyhu’l-Madîra Ebû Hureyre, Mısır 1970, s. 55).
[46]
Müslim, es-Sahîh, İmâre 133; Ebû Dâvûd, es-Sünen, Edeb 115;
Tirmizî, es-Sünen, İlm 14.
[47]
Müslim, es-Sahîh, İlm 16; Ebû Dâvûd, es-Sünen, Sünnet 6; Tirmizî,
es-Sünen, İlm 15.
[48]
Müslim, es-Sahîh, Zekât 69; Nesâî, es-Sünen, Zekât 64.
[49]
En‘âm 6/160.
[50]
Bakara 2/261.
[51] Hz. Peygamber
veya ashâb-ı kirâm’dan herhangi biri ile aramızda ortalama 50 nesil olduğunu
kabul etmemin nedeni, Mekke’nin Rusayfe mahallesinde mukîm bulunan muhaddis
Abdülvekîl b. Abdilhakk el-Hâşimî el-Umerî’nin, dedesi Hz. Ömer ile arasında 45
kişinin bulunmuş olmasıdır.
http://www.ahlalhdeeth.com/vb/showthread.php?t=98895
[52]
Tevbe, 9/100; Fetih 48/18.
[53] İbn Asâkir, Târîhu
Medîneti Dımeşk, 44/387.
[54]
Muhammed 47/19; Yûsuf 12/98.
[55]
Tirmizî, es-Sünen, no. 3570.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder