Sahabeye Saygı

Aşağıdaki yazı, 27-28 Nisan 2013 tarihinde Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Konferans Salonu'nda gerçekleştirilen "İslâm Medeniyetinin Kurucu Nesli Sahabe Sempozyumu"nda, başkanlığını Prof. Dr. Mustafa Fayda'nın yaptığı IV. Oturum'da Yrd. Doç. Dr. Salih Kesgin tarafından sunulan "Sahabeyi Ötekileştirmek" başlıklı tebliğin müzakeresidir. Müzakerenin ardından, V. Oturumda başkan Prof. Dr. Faruk Beşer'in yönelttiği bir soru/itiraza izleyici sıfatıyla salondan verdiğim cevabı okuyacaksınız.


MÜZÂKERE



Eûzübillâhimineşşeytânirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
el-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn
ve’s-Salâtü ve’s-Selâmü alâ Rasûlinâ
Muhammedin ve alâ Âlihî ve Sahbihî ecmaîn.
Muhterem hâzırûn, kıymetli büyüklerim! Böyle bir ilmî toplantı vesilesiyle bizleri bir araya getiren değerli tertip heyetine teşekkürlerimi arzederek konuşmama başlamak istiyorum. Müzâkeremi, ekranda gördüğünüz belge üzerindeki notlarımdan istifadeyle sunacağım. Meslektaşım Salih Kesgin bey, sunduğu tebliğle, Türkiye’deki kısmen Alevî, kısmen Ca’ferî câmianın, en az beş kitabını tercüme ederek gündeme taşıdığı bir insanı bizlere tanıtmış oldu. Kendisine bu katkısından dolayı teşekkür ediyorum.
Tebliğin başlığındaki “sahâbeye sahâbî olmak” kavramını biraz daha açabilseydi daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Belki daha sonra, bu kavramın ne anlama geldiğini bir-iki paragraf daha ilave etmek suretiyle açıklayabilir. Örnek olarak verdiği âyetleri Şi‘î müfessirlerin tefsirlerinden yapacağı alıntılarla zenginleştirseydi çok güzel olurdu. Tebliğde rastladığım imlâ, tarih, isim hatâsı türünden bir takım teknik aksaklıkları kendisine word belgesi halinde iletmiş bulunuyorum. Bunlar bir yana, bizleri yeni bir konu, yeni bir insan ve yeni bir yüzle tanıştırdığı için teşekkür borçlu olduğumuzu ifade etmeliyim.

 
   

 

Ekranda üstâdın wikipedia ve başka sayfalardan aldığım birkaç fotoğrafını görüyorsunuz. “Üstâd” diyorum; çünkü 60’lı yıllarda Tunus’ta İhvân-ı Müslimîn hareketinin kurucularından biri ve sûfî bir Sünnî iken Şi‘î’liğe geçtiği ve âdeta ihtidâ ettiği için büyük bir teveccühe mazhar olmuş. Kendisi, başında Şeyh Muhammed el-Hasûn’un bulunduğu “Merkezü’l-Ebhâsi’l-Akâidiyye” (Center of Belief Researches)’nin davetine icabet ederek Necef’te[1] konferanslar vermiş. Merkezin web sayfasına konulan bir akşam sohbetini sempozyuma gelmeden önce izleme fırsatım oldu. Aynı adreste “basîretlilerin seçkini” (hıyeratü’l-müstebsırîn) başlığıyla hayat hikayesi de bulunuyor[2]:
Semâvî’nin Şi‘îliğe geçişinde, ailesinin intisâb ettiği Tîcânî tarîkatinde kabul edilen esasların bir etkisi olabilir mi diye düşünerek kısa bir araştırma yaptım. Aşağıdaki linkte, “Tîcâniyye tarîkatinde Şi‘î olmak câiz midir?” sorusuna, tarîkatin önde gelen âlimlerinden Sîdî İdrîs el-Irâkî’nin şu cevabı verdiği kayıtlıdır: “Mürîd fıkıhta belli bir medrese ya da mezhebe tâbî olmaya, Sünnîliğe veya Şi‘îliğe mensup olmaya zorlanamaz. Herkes seçiminde hürdür. Tek kriter, akîdesinin sahîh olmasıdır”.[3]
Aynı sayfada, Sîdî Ali Harâzim İbnü’l-Arabî Berâde el-Mağribî el-Fâsî’nin Cevâhiru’l-Meânî ve Bülûğu’l-Emânî fî Feydı Sîdî Ebi’l-Abbâs et-Ticânî adlı eserden naklen, Âl-i Beyt’i büyük bir muhabbet ve meveddetle sevmenin, onlara hayır ulaştırmada hırslı olmanın, onlar için Allah’a niyazda bulunmanın, onların yanında tevâzu ve edebe dikkat etmenin önemine; onlara hizmet etmede ve sevgi göstermede gevşek davranmanın imanda zayıflığın alâmeti olduğuna işaret ediliyor. Bu nedenle, Semâvî’nin tarîkat muhîtinde dost edindiği farklı meşrepten insanların tesiriyle akîdevî bir arayışa meyletmiş olabileceğini düşünebiliriz.
Tebliğ sahibine bir katkı olmak üzere, Muhammed Tîcânî Semâvî’nin yukarıda bahsi geçen sohbetinde dikkatimi çeken bazı noktalar üzerinde mülâhazalarımı arzedeceğim. Ama ondan önce tebliğden hareketle üç hususa temas etmek istiyorum:
1) Verilen örneklere baktığımızda Semâvî’nin, sahâbenin önde gelenlerini Hz. Peygamber’in sözlerine, fiillerine ve takrîrlerine muhalefet etmekle itham ettiğini; bunu yaparken de herhangi bir kritere bağlı kalmaksızın kanaatlerini destekleyen rivâyetleri alıp, kendi fikirleriyle uyuşmayanları ise görmezden gelmeyi tercih ettiğini görüyoruz. Bu bir “metodsuzluk”tur.
Meselâ, Buhârî’nin Sahîh’inden Tâbiûn’dan İbn Ebî Müleyke’nin (Züheyr b. Abdillah, ö. 117) şu sözünü aktarıyor:
أَدْرَكْتُ ثَلاَثِينَ مِنْ أَصْحَابِ النَّبِيِّ صَلىَّ اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ كُلُّهُمْ يَخاَفُ النِّفاَقَ عَلَى نَفْسِهِ ، مَا مِنْهُمْ أَحَدٌ يَقُولُ إِنَّهُ عَلَى إِيماَنِ جِبْرِيلَ وَمِيكَائِيلَ.
“Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ashâbından otuzuna kavuştum, hepsi de nefsine karşı nifâktan korkardı; hiçbiri Cebrâil ve Mîkâil’in imanı gibi bir iman üzere olduğunu söylemezdi”.
Aralarında (İbn Ebî Müleyke’nin hocaları olan) Abdullah b. ez-Zübeyr, Abdullah b. Abbâs ve Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib’in de bulunduğu bu sahâbîlerin “nifâka düşme korkusunu”, “nifâka düştüğünü ikrâr” şeklinde anlayan Semâvî, bu haberin hemen arkasından nakledilen cümleyi görmezden gelmektedir. Buhârî’nin, “Bir mü’minin farkına varmadan amelinin boşa gitmesinden korkması” bâbının başlığında (tercemede) naklettiği sözkonusu rivâyetin muhtevasını özetleyen bir sonraki sözün sahibi Hasan-ı Basrî’dir:
مَا خَافَهُ إِلاَّ مُؤْمِنٌ ، وَلاَ أَمِنَهُ إِلاَّ مُنَافِقٌ  “Allah’tan ancak mü’min korkar, O’nun rahmetine ancak münâfık güvenir!”.
“Havf ve Recâ” arasında olmaktan bahsedilen bu bâbın maksadını ortaya koyması bakımından, meşhur muhaddis İbn Ebi'd-Dünyâ (ö. 281)’nın, günümüze kadar ulaşan 58 eserinden biri olan el-Vecel ve’t-Tevessuk bi’l-Amel (Korkmak ve Amelle Güçlenmek) adlı risâlesinin başına aldığı Hasan-ı Basrî’nin şu sözünü nakletmek istiyorum: “Bazı insanları mağfiret beklentileri oyaladı. Sonunda hiçbir sevapları olmadan dünyadan çıkıp gittiler. Böylesi; ‘Ben Rabbime hüsn-i zan besliyorum’ der, ama yalan söyler. Rabbine karşı iyi niyet besleseydi, iyi amel işlerdi”. Ardından Hz. Lokman (a.s.)’ın oğluna verdiği şu nasihati aktarır: “Evlâdım! Seni Allah’a karşı masiyet işlemeye cesaretlendirmeyecek bir ümitle ümitlen ve seni Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyecek bir korkuyla kork!”.[4]
2) Semâvî, Zuhruf sûresinin 78. âyetinde “Cehennemdeki zâlimlere” hitâben söylenen “Biz size hakikati getirmiştik. Fakat çoğunuz hakikatten hoşlanmamıştınız” âyetini çarpıtarak şöyle diyor: “Çoğunluğu oluşturan bu sahâbeler... aldatıcı bir görünüş ortaya çıkarırlar”.
Oysa Feth sûresinin 18. âyetinde şöyle buyrulur: “Gerçekten Allah, (Hudeybiye’de) o ağacın altında sana bey’at ettikleri zaman, mü’minlerden râzı oldu. Onların kalplerindeki ihlâsı bildiği için üzerlerine sekîne (huzur ve güven) indirdi. Onları (hemen yakında gerçekleşecek olan) bir zaferle mükâfatlandırdı”.

Hudeybiye'de hazır bulunan 1500 kişiden 15’i hariç tamamını “iki yüzlü, dönek ve münâfık” kabul etmek, âyetin rağmına, her 100 sahâbîden 99’unu harcamak demektir. Bu bir “insafsızlık”tır. Burada yapılan “tatvîu’l-ma’nâ”dır. Yani âyetin anlamını kendi hevâ ve görüşüne “boyun eğdirmek”tir. Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a.)’nin şu sözünü hatırlamakta yarar var: “Bu Kur’ân sizin için bir ecir olacak, bir hazine olacak ve bir yük olacaktır. Şu halde Kur’ân’a tâbî olun, Kur’ân size tâbî olmasın! Kim Kur’ân’a ittibâ ederse Kur’ân onu Cennet bahçelerine atar. Kime ki Kur’ân tâbî olur, onu kafasını dürte dürte Cehennem ateşine atar”.[5]

إِنَّ هَذَا الْقُرْآنَ كَائِنٌ لَكُمْ أَجْرًا ، وَكَائِنٌ لَكُمْ ذُخْرًا ، وَكَائِنٌ لَكُمْ وِزْرًا ، فَاتَّبِعُوا الْقُرْآنَ ، وَلا يَتَّبِعْكُمُ الْقُرْآنُ،  فَإِنَّهُ مَنْ يَتَّبِعُ الْقُرْآنَ ، يَهْبِطُ بِهِ عَلَى رِيَاضِ الْجَنَّةِ ، وَمَنْ يَتَّبِعُهُ الْقُرْآنُ ، زَجَّ فِي قَفَاهُ ، حَتَّى يَقْذِفَهُ فِي نَارِ جَهَنَّمَ

Bir ateist forumunda tesadüf ettiğim şu cümleler, Kur’ân-ı Kerîm’in anlamları üzerinde bu derece eğip-bükerek oynamanın, dîne dışarıdan bakanlar nazarında nasıl bir izlenim oluşturduğunu göstermesi bakımından dikkate şâyândır:
“(equus, 13 Nisan 2012): Forumdaki müslüman arkadaşların çoğu birbirinden farklı tellerden çalıyor... Herkes anlamaya çalışıyor fakat bir kısım tam olarak anlamıyor bu kesin, ve bu bile Tanrı’nın göndermediğine işaret ediyor. Çünkü anlaşılması gerekirken, tam tersine bir karmaşa var. (Tarafsiz, 14 Nisan 2012): “Sırf böyle olması bile bu kitabın uydurmaca olduğunu ispatlayabilir. Sonsuz gücü olan bir varlık, gönderdiği kitabın bu kadar farklı yorumlanmasına ve mecazlar kullanarak insanların işlerine geldiği gibi oraya buraya çekmesine izin vermezdi diye düşünüyorum. En azından âyetlerde mutlak bir anlam olsa ve hiç çelişki olmasaydı, isteyen kabul eder, isteyen etmezdi. Ama iki taraf arasında bu kadar tartışma ortamı ortaya çıkmamış olurdu”.[6]
3) Bir yerde “Bunlar ki, yüce Peygamber (s.a.v.) daha ölüm döşeğinde iken dönekliklerini gösterdiler, Rasûl’ün (s.a.v.) emirlerini dinlememeye başlamışlardı” diyen Semâvî, bir başka yerde; “Tarih okuyanlar, Hz. Peygamber’in hadislerinin yazımıyla naklini ilk yasaklayanların, ilk üç halife olduklarını göreceklerdir. Çünkü Hz. Peygamber’in hadisleri onların icadlarıyla, uydurdukları ictihad ve hükümlerle çelişecektir” demekte ve ilk iddiasını ikincisiyle delillendirmektedir.
Kastettiği şey, Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün vefatından 4 gün önceki Perşembe günü gerçekleşen hâdisedir. Hasta yatağında yatmakta olan Hz. Peygamber (s.a.v.); “Gelin size bir yazı yazayım, ondan sonra artık dalâlete düşmezsiniz” buyurduğunda, Hz. Ömer (r.a.); “Onun hastalığı iyice arttı. Yanınızda Kur’ân var, Allah’ın Kitâbı bize yeter” der. Orada bulunan sahâbeden bir kısmı Hz. Ömer’i haklı bulurken, bir kısmı da vasiyetin yazılmasını arzu eder. Neticede yaygara edilip ihtilâfa düşülünce, Hz. Peygamber (s.a.v.); “Kalkın, benim yanımda münâkaşa yapılmaz” buyurur.[7]
Hadis karşıtlarının da büyük bir iştiyakla delil olarak kullandıkları bu rivâyet (meselâ Edip Yüksel, Youtube, “Abdülaziz Bayındır ve Hadis Bataklığı” adlı video), üzerinde iyice düşünülmediği takdirde yanlış çıkarımları beraberinde getirir. Peygamber Efendimiz’in ashâb-ı kirâm’a yazdıracağı bu vasiyet/nasihat, o güne kadar kimsenin duymadığı yeni bir hüküm veya açıklanması zaruri bir mesele ihtiva ediyor olsaydı, vefat ettiği Pazartesi gününe kadarki dört gün içinde bunu bir şekilde mutlaka söyler ya da yazdırırdı. Rivâyet dikkatle okunursa, orada hadislerin yazılmamasına değil, yazılmasına izin vardır. Yani Hz. Peygamber’in yazı konusundaki nihâi tutumu gâyet açıktır. Hz. Ömer belki de, bazı münâfıkların “ağır hasta iken Peygamber’in elinden yazı aldılar; vasiyet geçersizdir” demelerinin önüne geçmek maksadıyla öyle bir tavır sergilemiştir. Bu tavrın, Hz. Peygamber’in, ümmetinin dalâlete düşmemesi için gereken tavsiyesini 23 yıl bekledikten sonra son nefesine saklamış olduğu zehâbına kapılabilecek olanlar için de ayrı bir anlamı olsa gerektir. Yoksa Hz. Peygamber, o gün yazdıramadığı şeyleri sonraki günlerde zaten söylemiş ve bunlar hadis kitaplarında kayda geçmiştir. İçlerinde “yeni bir hüküm” denebilecek herhangi bir husus yoktur.
Hz. Ömer’in Kur’ân’ın yanında Sünnet’i ikinci aslî kaynak olarak kabul ettiği şüphe götürmez bir gerçektir. Vâlilerine yazdığı mektuplar bunun açık delilidir. O gün “indekümü’l-Kur’ân, hasbünâ Kitâbullâh” demesi, zannedildiğinin aksine, Hz. Peygamber’in şahsında temsil edilen Sünnet’in önemine yapılmış bir göndermedir. Zira belki de, orada kayda geçirilecek ve bir takım ayrıntılar içerecek bir hükümle mutlaka amel edilmesi gerekecek, ictihâda mahal kalmayacak, uygulamada zorluk çıkabilecekti. Rivâyete bu açıdan baktığımızda, Hz. Ömer’in o esnada, Hz. Peygamber’in; “Ben sizi bıraktığım müddetçe siz de beni bırakın! Sizden önce geçenler ancak çok soru sormaları ve Peygamberleri hakkında ihtilâfa düşmeleri sebebiyle helâk oldular”, “Ben sustuğum müddetçe siz de susun!”[8] şeklindeki sözleri ile; Mâide sûresinin 101. âyetini hatırlamış olması; Allah Rasûlü’nün kendisine karşı nasıl bir mukâbelede bulunacağını tecrübe etmeyi düşünmüş olması kuvvetle muhtemeldir.
Bu noktada gündeme getirilen bir başka mesele, Hz. Ömer’in hadislerin yazıya geçirilmesini tasvip etmediğine dair rivâyetlerdir. Bunlar sahîhse bile, gözden kaçan/kaçırılan bir hususa işaret etmemiz gerekir. Hadisin (yazının gelişmemiş olmasına binâen) yazımına karşı çıkmak ayrı şey, nakledilmesine karşı çıkmak ayrı şeydir. İbn Hazm’ın Kitâbü’l-A’dâd’da verdiği rakamlara göre, Bakiyy b. Mahled’in (bugün elimizde bulunmayan) Müsned’inde, Hz. Ömer’in (tekrarlar dâhil) 537, oğlu Abdullah’ın 2630 rivâyeti; Hz. Ebû Bekr’in 142, kızı Hz. Âişe’nin 2210 rivâyeti, Hz. Osman’ın ise (hadis râvisi üç oğlu da sahâbî değildir) 146 rivâyeti bulunmaktadır. Dolayısıyla Semâvî’nin yukarıdaki yargısı bir “basîretsizlik”tir.
*     *     *
Necef’te gerçekleşen akşam sohbetine dönecek olursak; orada Semâvî, Los Angeles Camii imamı ile arasında geçen bir münâkaşadan söz ediyor. Hoca Semâvî’ye “Ashâbım zikredildiğinde dilinizi tutun!” hadisini (إذاَ ذُكِرَ أَصْحاَبِي فَأَمْسِكوُا)[9] okuyunca, Semâvî de ona Tâhâ sûresinin 85. âyetini okumuş: “Allah buyurdu: Senden sonra biz, kavmini (Hârun ile kalan İsrailoğullarını) imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı”. Sonra Semâvî ekliyor: “Sâmirî Benî İsrâil’in İslâm’ını nasıl ifsâd ettiyse Ömer de aynı şekilde İslâm’ı ifsâd etti!”.
İlk üç halîfeden teberrî etmeyi ve sahâbenin pek çoğuna sebbetmeyi bir inanç umdesi halinde benimsemiş olan bir kısım Şî‘a’nın her fırsatta tekrarlamaktan usanmadıkları ortak gündemi takip eden Semâvî, sözü Hz. Fâtıma’nın miras davasına getiriyor ve şu hadisi Buhârî ve Müslim’den (!) aktarıyor: “Allah Rasûlü (s.a.v.) Fâtıma’ya şöyle dedi: Allah sen kızdığın için kızar, sen razı olduğun için razı olur”. (إِنَّ اللهَ يَغْضَبُ لِغَضَبِكِ وَ يَرْضَى لِرِضاَكِ). Oysa rivâyet, bu cümle yapısıyla Kütüb-i Sitte’de yoktur ve senedindeki münker bir râvî (Hüseyn b. Zeyd) nedeniyle son derece zayıftır.[10]
Kaynak kullanımına özen göstermeyen Semâvî’nin bu tutumunun, Li ekûne mea’s-Sâdikîn adlı eserinden hareketle görüşlerini ele alan önceki bir çalışmada da sözkonusu edildiğini hatırlatmalıyım.[11]
Sahîhân’da el-Misver b. Mahrame (r.a.)’den nakledilen rivâyet şudur: “Fâtıma benden bir parçadır. Onu kızdıran kimse beni kızdırır/onu üzen şey beni üzer”.
فاَطِمَةُ بَضْعَةٌ مِنيِّ فَمَنْ أَغْضَبَهاَ أَغْضَبَنيِ/ إِنمَّاَ فاَطِمَةُ بَضْعَةٌ مِنِّي يُؤْذِينيِ ماَ آذاَهاَ
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in benzer ifadeleri ashâbı için de kullanmış olduğu gerçeği bir yana,[12] Hz. Fâtıma’nın faziletiyle ilgili bu hadisin söyleniş sebebini öğrendiğimizde şaşkınlığımız artacak, Hz. Fâtıma’yı ilk kez kızdıran ve üzenin Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer olmadığı ortaya çıkacaktır: “Ali (r.a.) Ebû Cehl’in kızı ile nişanlanmıştı. Bunu Fâtıma (r. anhâ) duyunca Rasûlullah (s.a.v.)’ın yanına gelerek; ‘kavmin senin kızların için gazaplanmadığını söylüyor. İşte bak Ali Ebû Cehl’in kızıyla evlenmek üzere!’ der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) ayağa kalkıp teşehhüd ettikten sonra şöyle buyururlar: ‘Emmâ ba’d. Bir kızımı (Zeyneb’i) Ebu’l-Âs b. er-Rabî’a nikâhladım. Bana bir söz söyledi ve sözüne sâdık kaldı. Fâtıma benden bir parçadır. Onun üzülmesini hoş karşılamam. Vallâhi Allah Rasûlü’nün kızı ile Allah düşmanının kızı aynı adamın yanında bir araya gelemez!’. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) nişanı atar”.[13]
Semâvî, Hz. Ali’ye bir nebze kusur konduracak bu ayrıntıyı görmezden geldikten sonra şöyle demektedir: “Abbâs Mahmud Akkâd bir kitabında Hz. Fâtıma’nın Ebû Bekr’den babasının mirasını isteme hâdisesini anlattıktan sonra, ‘Hâşâ ki Hz. Fâtımâ hakkı olmayan bir şeyi istesin, hâşâ ki Ebû Bekr hakkı olan bir şeyi ona vermemiş olsun’ diyor. Bu mantıksızlıktır. İkisinden biri yalancıdır!”.
Ahzâb sûresinin 33. âyetine göre Hz. Fâtıma’nın “masum” olduğunu iddia eden Semâvî, sözlerine şöyle devam ediyor: “Mu’tezilî bir şeyhin dediğine göre Hz. Fâtıma üç şeyi dâvâ etti ve üçünde de haklıydı: ‘Fedek, sehmü zi’l-kurbâ, mîrâsü Rasûlillâh’. Ebû Bekr ve Ömer düşündüler, eğer ona hak verirlerse ertesi gün kendilerine ‘Bırakın o makâmı, orası Ali’nin hakkıdır’ diyeceklerdi. Bu yüzden Hz. Fâtıma’yı yalanladılar. O da onlara İbrahim sûresinin 8. âyetini okudu: ‘Mûsâ dedi ki: Siz ve yeryüzündeki herkes kâfir olsa, bilesiniz ki, Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, her türlü övgüye lâyıktır’. Bu yüzden Ebû Bekr de Ömer de Fâtıma’nın şehâdetiyle murteddirler. Âyet te’vîli kaldırmaz. Hz. Fâtıma bizzat onları tekfir etmiştir. (Ayrıca onlara Âlü İmrân sûresinin 187. âyetini okumuştur). Ensâr ve Muhâcir kadınları Hz. Fâtıma’yı ziyarete geldiler. Hz. Fâtıma hastaydı, kapıya çarpılmıştı, göğsüne çivi girmişti, kaburgası kırılmıştı, cenînini düşürmüştü, çok bitkin, yorgun ve hastaydı. “Nasıl sabahladın ey Rasûlullah’ın kızı?” diye sordular. Şöyle cevap verdi: “Allah’a hamdolsun, dünyanızdan tiksinerek, erkeklerinizden iğrenerek sabahladım...”.[14]

أصبحتُ بحمد الله عاَئفَةً لدُنْياَكُنَّ ، قاَلِيَةً لرجالِكُنَّ ، لفظتهم بعد أن عجمتهم وشنأتهم بعد أن سبرتهم ، فقُبْحاً لفلول الحد واللَّعِبِ بعد الْجَدِّ ، وقرع الصفاة وصدع القناة ، وخطل الآراء ، وزلل الأهواء ، و(بِئْسَ ما قدَّمتْ لهم أنفسهم أن سخِط الله عليهم وفي العذاب هم خالدون ، مائدة 80) ، لا جرم لقد قلدتهم ربقتها ، وحملتهم أوقتها ، وشننت عليهم غارها ، فجدعا ، وعقرا ، وبعدا للقوم الظالمين .

Semâvî’nin hedef tahtasında, sırayı Hz. Âişe (r. anhâ) alır. İbn Abbâs’tan şöyle bir şiir naklediyor: “Deveye bindin, katıra bindin, yaşasaydın file de binerdin / Mirasta hakkın 8’de 1’in 9’da 1’i iken sen hepsine sahip oldun”. تَجَمَّلْتِ تَبَغَّلْتِ وَلَوْ عِشْتِ تَفَيَّلْتِ / لَكِ التِّسْعُ مِنَ الثُّمُنِ وَفيِ الْكُلِّ تَصَرَّفْتِ Yukarıdaki (altı çizili) âyetten sonra “Ebû Bekr’in imanı ile yeryüzündeki bütün insanların imanı tartılsa onunki ağır gelir”[15] hadisini aklınız alıyor mu, makûl mü? Şu âyet, hilâfetin gerçek sahibini savunmaktadır:

وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُواْ وَاتَّقَواْ لَفَتَحْنَا عَلَيْهِم بَرَكَاتٍ مِّنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ وَلَكِن كَذَّبُواْ فَأَخَذْنَاهُم بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ

O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar (Ali’nin imâmetine inansalar ve kabul etselerdi) ve (günahtan) sakınsalardı (Ali’nin hanımı ve zürriyeti konusunda korksalardı), elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik”.[16]
Eğer İmam Allah’ın ve Rasûlü’nün seçtiği insan olsaydı, bütün yeryüzü müslüman olurdu. Ebû Bekr ve Ömer’in kurduğu düzen bozulsa كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ  [17] âyeti gerçekleşecek, en zelîl ümmet olmaktan kurtulacağız”.
Semâvî’nin ümmeti zilletten kurtarmak için âlem-i İslâm’a sunduğu reçete böyle: “İlk üç halifeyi tekfîr edin kurtulun!”.
Şî‘a’nın içine düştüğü ve tefrikadan başka hiçbir şeye hizmet etmeyen bu durum içler acısıdır. Semâvî gibi Râfızîler (ilk üç halifeyi reddedenler) bu hezeyanlarını her fırsatta dile getiredursun, Ca’fer es-Sâdık (ö. 148) şöyle demiştir: “Beni Ebû Bekr iki kere doğurdu”. (وَلَدَنيِ أَبوُ بَكْرٍ مَرَّتَيْنِ). Annesi Ümmü Ferve’nin hem annesi Esmâ hem de babası Kâsım Hz. Ebû Bekr’in torunları olduğu ve dolayısıyla Ca’fer es-Sâdık’ın annesi amca çocuklarının evliliği ile dünyaya geldiği için böyle dermiş.[18]
Babası Muhammed Bâkır (ö. 114), yanında ilk üç halife hakkında ileri geri konuşan Iraklıları azarlayarak; “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla’ diyenlerden de mi olamıyorsunuz?[19] âyetini okumuş ve onları huzurundan kovmuş.[20]
Daha önce İbn Abbâs (r.a.) da aynı âyeti kastederek şöyle demiştir: “Muhammed’in ashâbına sövmeyin! Çünkü Allah azze ve celle onlar için kendisinden mağfiret dilemeyi emretmiştir. Allah onların savaşacaklarını elbette ki bilmekteydi!”.[21]
Ahmed b. Hanbel, arkadaşı Abdülmelik b. Abdilhamîd el-Meymûnî’ye (ö. 274) şöyle nasihat etmiştir: “Ey Ebu’l-Hasen! Rasûlullah’ın ashâbından herhangi birini kötülükle anan bir adam gördüğünde, onun müslümanlığından şüphe et!”.[22]
Hele de Hz. Ali’yi tafdîl etme bahanesiyle ilk üç halîfeyi tekfîr ediyorsa, bu şüphe çok daha yerindedir. Zira Hz. Hasan ve Hüseyn’in kızkardeşleri olan Ümmü Külsûm’ü Hz. Ömer’le evlendiren Hz. Ali (r.a.)’nin bizzat kendisidir.[23] Hz. Fâtıma’nın vefâtından sonra birçok evlilik yapan Hz. Ali, Ümmü’l-Benîn bt. Hızâm b. Dârim’den doğan dört çocuğuna Abbâs, Abdullah, Ca’fer ve “Osman” ismini vermiştir. Leylâ bt. Mes’ûd ed-Dârimiyye’den doğan iki çocuğuna Ubeydullah ve “Ebû Bekr” ismini vermiştir. Ümmü Habîb bt. Rabîa’dan doğan iki çocuğuna Rukayye ve “Ömer” ismini vermiştir. Hz. Osman’ın oğlu Ebân, Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib’in kızı Ümmü Külsûm ile, Ebân’ın oğlu Mervân Hz. Hasan’ın oğlu Hasan’ın kızı Ümmü’l-Kâsım ile, Hz. Osman’ın torunu Zeyd b. Amr Hz. Hüseyin’in kızı Sükeyne ile, diğer torunu Abdullah b. Amr Hz. Hüseyin’in diğer kızı Fâtıma ile evlenmişlerdir. Şi‘î kaynaklarda Hz. Ali’nin Leylâ bt. Mes’ûd el-Hanzaliyye’den olan oğluna “Ebû Bekr” ismini verdiği ve oğluna bu ismi veren ilk Hâşimî olduğu kayıtlıdır. Sonraki nesilden de bunun örnekleri çoktur. Oniki İmam’dan (Ca’fer es-Sâdık’ın oğlu) Mûsâ el-Kâzım ile (Hasen el-Askerî’nin babası) Ali el-Hâdî kızlarına “Âişe” ismini vermişlerdir.[24]
Semâvî’nin naklettiği ve “Hutbetü Fâtıma” ya da “el-Hutbetü’l-Fedekiyye” diye bilinen konuşma, Hz. Fâtıma’nın güya Hz. Ömer tarafından tekmelenerek düşük yapmasından ve Hz. Ebû Bekr tarafından “Fedek” arazisinden mahrum edilmesinden sonra irad edilmiştir. Hz. Fâtıma’nın nezîh lisanı, latîf karakteri ve kerîm ahlâkıyla mütenâsip olmayan bu “uzun, secîli, kahırlı, küfürlü” konuşma, her nasılsa o acılı ânında Peygamber kızının ağzından en edebî ifadelere bürünerek dökülmüş ve sonraki nesillere aktarılmıştır. Hz. Ali’nin, eşinin başına gelen bu fecî hal karşısında kılıcına davranmayı ve intikam almayı aklına getirmemiş olması da ayrı bir problemdir.
Şeyh Sadûk’un Meâni’l-Ahbâr’ında yukarıdaki metinle nakledilen rivâyetin senedinde, Şî‘a’nın ricâl kitaplarındaki kayıtlara göre tam altı “mechûl” râvî ve bir de “mecrûh” râvî bulunmaktadır. Hutbe’nin farklı ve daha meşhur bir metni ise, yine Şeyh Sadûk’un İlelü’ş-Şerâi’ adlı kitabı ile, İbn Cerîr et-Taberî diye bilinen (ve müfessir Taberî’den ayrı bir şahıs olan) İbn Rüstem’in Delâilü’l-İmâme’sinde, İbn Tayfûr’un Belâğâtü’n-Nisâ’sında, Ahmed b. Abdilazîz el-Cevâhirî’nin es-Sakîfetü ve Fedek adlı kayıp kitabından naklen İbn Ebi’l-Hadîd’in Şerhu Nehci’l-Belâğa’sında nakledilmektedir ve senedlerin tamamı bilinmeyen ya da sika olmayan râvîlerle doludur.[25]
Bundan iki yıl önce, 1432 Muharrem ayında (Aralık 2010), Prof. Dr. Haydar Baş’ın Meltem Radyo’sunda “Kerbelâ’yı anma” programına tesadüf etmiştim. 1 ay boyunca her akşam belli bir saatte Şi‘î kaynaklardan “Ehl-i Sünnet’in muteber kitapları” denilerek sahâbeye sövgü içeren alıntılar yapıldı. Hz. Fâtıma’nın sözkonusu hutbesi de bu arada aktarıldı. Sonradan öğrendiğime göre, radyoda okunan pasajlar, “Ehl-i Beyt Üniversitesi” açmak üzere hazırlık yapmakta olan Haydar Baş’ın kaleme aldığı 12 İmam serisinden (7’si yayınlandı) nakledilmekteymiş. Radyonun genel müdürüyle 45 dakika süren bir telefon görüşmesi yaparak sundukları programın Ehl-i Sünnet ahlâkına uygun bir yayın olmadığını anlatmaya, kaynakların açıkça tahrif edildiğini izah etmeye çalışmıştım. Programda, Zehebî’nin Mîzânü’l-İ’tidâl’ine atfen nakledilen “Hz. Ömer’in Hz. Fâtıma’yı tekmelemesi” hâdisesi, verilen kaynakta şu şekilde geçmekteydi: “Ahmed b. Muhammed b. es-Sirrî b. Yahyâ b. Ebî Dârim, Ebû Bekr el-Kûfî: Râfızî’dir, Kezzâb’dır. 357 yılının başında vefat etmiştir. Hâkim kendisinden rivâyette bulunmuş ve; Râfızî’dir, Sika değildir demiştir. Muhammed b. Ahmed b. Hammâd el-Kûfî, ölüm tarihini verdikten sonra şöyle demiştir: Hayatı boyunca istikâmet üzere idi. Ancak son günlerinde kendisine en çok okunan şey Mesâlib (ashâbın ayıpları, kusurları) oldu. Yanında bulunduğum sırada bir adam şunu okudu: Ömer Fâtıma’yı tekmeledi bu yüzden Fâtıma Muhassin’i düşürdü. Başka bir haber de şöyleydi: Hâkka sûresinin 9. âyetinde geçen Firavun’dan kasıt Ömer’dir, ondan öncekiler (ve men kablehû)’den kasıt Ebû Bekr’dir, altı üstüne getirilen beldeler halkı (ve’l-mü’tefikâtü bi’l-hâtıe) ise Âişe ve Hafsa’dır... Hadisini terkettim, yazdıklarımı elden çıkardım. Hz Peygamber’in Ebû Mahzûra’ya hitaben söylediği “Ezanının sonunda es-salâtü hayrun mine’n-nevm de!” şeklindeki rivâyeti “Hayye alâ hayri’l-amel de!” şeklinde rivâyet etti. Kendisini terkettim, cenâzesine katılmadım”.[26]
Şunu da hatırlatmalıyız ki, Ehl-i Beyt’in sünneti, çocuklarına doğmadan önce isim vermek değil, akîka kurbanı kesileceği sırada duâ edip, bebeğe isim koyup sonra hayvanı boğazlamaktır.[27] Bu rivâyette ise tekmelenmek suretiyle düşürülen cenînin adı önceden bellidir: Muhassin.
İşin ilginç yanı, bu satırların yazarı, Erdebil şeyhi Cüneyd’i, oğlu Şeyh Haydar’ı, Şi‘îliği resmi mezhep olarak ilan eden oğlu Şah İsmail’i ve bu sülâlenin Osmanlı’nın başına açtıkları gâileleri, 28 yıldır yayın hayatına devam eden İcmal Dergisi’nin ilk sayılarından okumuştu. Artık ne olduysa, lider pozisyonundaki bu zâtın, akla zarar bir çizgi değişimine giderek “yerli Tîcânî Semâvî” olmaya soyunmasına şaşmamak elde değil. Bakü Devlet Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak dersler verdiği 13 yıl içerisinde büyük bir değişim geçirmiş olmalı.[28]
Semâvî’nin İbn Abbâs’tan naklen okuduğu şiir (ki Sümme’htedeytü adlı kitabında s. 153’te de geçmektedir) Hz. Hasan’ın vefatı üzerine Hz. Hüseyin’in cenazeyi Hz. Peygamber’in yanına defnetmek istediğinde inşâd edilmiştir. Güya Hz. Âişe bunu duyar duymaz eğerli bir katıra binerek Mescid-i Nebevî’ye gelmiş (oysa hücresi zaten mescide bitişikti, kapısını kapaması ve girilmesine izin vermemesi yeterliydi) ve Hâşimoğullarına hitâben “Oğlunuzu evimden uzak tutun!” demiş.[29] İsnâdında “mechûl” râvîlerin bulunduğu bu haber, bizzat Şi‘î ulema tarafından zayıf kabul edilmiştir.[30]
Sünnî kaynaklarda ise, Hz. Hüseyin’in Hz. Hasan’ı dedesinin yanına defnetme talebine karşılık Hz. Âişe’nin “Neam ve kerâme” (Tabi, memnuniyetle) dediği, ancak Mervân b. el-Hakem’in Hz. Osman’ın aynı yere defnedilmeyişini sebep göstererek buna izin vermediği, Benî Ümeyye ile Benî Hâşim arasında bu yüzden çıkacak silahlı bir çatışmayı, Hz. Hüseyin’le konuşan Ebû Hureyre (r.a.)’nin önlediği kayıtlıdır.[31]
İşbu “Mesâlib” edebiyatının İslâm âleminin başında ciddî bir belâ, büyük bir problem olarak durduğunu kabul etmemiz gerekiyor. İmam Ali er-Rızâ’yı veliaht tayin eden Abbâsî halifesi Me’mûn’un, 212/827 tarihinde Hz. Ali’nin efdaliyyetini resmen ilân edip Şî‘a’yı yanına alması ve üçüncü asrın ikinci yarısında Mu’tezile (özellikle Bağdat) ile Şî‘a (özellikle Zeydiyye) arasında yaşanan yakınlaşma,[32] sahâbeye sebbeden bir akımın ivme kazanmasına ve bu konuda pek çok rivâyetin uydurulmasına zemin hazırlamıştır.
Şi‘îlikten Sünnîliğe geçen çağdaş araştırmacılardan Mûsâ el-Mûsevî (d. 1930, Necef), Hz. Ali ve çocuklarının yolundan ayrılışın “gaybet-i kübrâ” (büyük gizlilik) döneminin başlangıcı ile (329/940) Safevîler döneminde (907-1149/1501-1737) gerçekleştiğini, Hz. Ali ve onbir evlâdının “imâmeti” hakkında ortaya atılan “ilâhî tayin” anlayışının Hz. Ebû Bekr ve ona bey’at eden hemen bütün sahâbeyi küfürle itham etmeye götürdüğünü, bu anlayışın halk arasında genel kabul görmesi için çok sayıda rivâyet uydurularak bunların Muhammed Bâkır ve Ca’fer Sâdık’a nisbet edildiğini, neticede ilk üç halîfeye karşı takınılan sert tutumun gerçek Şi‘îliğin yozlaşmasına yol açtığını, bu tavrın değişmesi halinde iki taraf arasındaki ihtilâfların asgarîye ineceğini ifade eder.[33]
İlk iki halifeyi kâfir veya fâsık saymayan Muhammed Bâkır’ın kardeşi İmam Zeyd b. Ali Zeynülâbidîn (ö. 122)’in yolundan ayrılan sonraki bazı Zeydî fırkaların inanışlarında bu durumu gözlemlemek mümkündür. Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in hilâfetini reddederek Hz. Ali’den başkasını halife seçen ashâbın dalâlete düştüğünü iddia eden “Cârûdiyye” ile Hz. Osman, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’i tekfîr eden “Süleymaniyye” fırkası buna örnek olarak verilebilir. “Ağızlarından çıkan o söz ne dehşetli bir söz! Ama onların iddia ettikleri, sırf yalandan ibaret!”.[34]
Zeydî fırkalardan olup iki halîfeye sebbetmeyen, Hz. Osman hakkında herhangi bir şey söylemeyerek susmayı ve Allah’a havale etmeyi tercih eden “Betriyye” fırkasına bu vesileyle temas etmem yerinde olacaktır. İmam Zeyd b. Ali’nin Emevîlerle savaşa gireceği sırada kendisinden ayrılan ve “Sâlihiyye” diye de bilinen bu fırkanın görüşleri, bugün Irak’ta kendilerini “Betriyye” olarak tanıtan ve özel bir televizyon kanalına da sahip olan bir grupla yeniden gündeme gelmiştir.
Şi‘î fırkalar arasında oldukça “mutedil” görüşe sahip olan Betriyye’nin tutumu, İmâmet konusundaki akîdelerine zarar vereceği endişesiyle bir kısım İmâmî âlimlerin eleştiri oklarına hedef olmuştur. Yaptığı dünya çapındaki yayınlarla Hz. Fâtıma’nın katili olarak gördüğü Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Âişe’ye saldıran ve İran’daki mollaları Ehl-i Sünnet karşısında zaaf göstermekle suçlayan Yâsir Yahyâ Abdullah el-Habîb (d. 1979, Kuveyt) bunların başında gelir. 2004 yılında Kuveyt devleti tarafından aşırı görüşleri nedeniyle on yıl hapse mahkum edilen, üç ay hapis yattıktan sonra İngiltere’ye kaçarak siyasi sığınma hakkı talep eden ve Londra’ya yerleşen Şeyh Yâsir el-Habîb’in, “Fedek” adlı tv kanalındaki bir canlı yayında Betriyye hakkında kendisine sorulan bir soruya verdiği cevap şöyledir:
“Bunlar İhvân-ı Müslimîn’e bağlı Hizbü’d-Da’ve adlı cemaatin mensubudurlar. 60’lı, 70’li yıllardan beri İslâm ümmetinin bedeninde çıkmış bir tümör gibidirler. Şî‘a ile diğerlerinin (Betriyye’nin) akidelerini mezcetmek için uğraşıyorlar (…) Zamanımızda ortaya çıkan yeni Betriyye tâifesi ‘Evet Ali hilâfete daha layıktır ama Benî Sâide Sakîfesi’nde ondan önce hilâfeti üstlendi diye Ebû Bekr’den de teberrî etmeyiz, onu tekfîr etmeyiz, fakat sadece hatâ ettiğini söyleriz, İmam Zeynülâbidîn’in ‘Ebû Bekr ve Ömer kâfirdir, onları seven de kâfirdir’ sözünü söylemeyiz, onların hatâ ettiklerini söyleriz derken,  İslâm’ın, dinin şeâiriyle, Şî‘a’nın şeâiriyle savaşmaktadırlar. Şi‘î-İslâmî akîdenin (Ebû Bekr’in hilâfetini haklı bulan) Bekriyye fırkası tarafından bozulmasına engel teşkil eden her konuyla savaşırlar. Oysa bu dava Zehrâ (salavâtullâhi aleyhâ)’nın mazlûmiyyetinin davasıdır, onun kaburgasının, karnındaki cenîn Muhassin’in dâvâsıdır. Bunlar niye bu dâvâyı ortadan kaldırmak istiyorlar? Başkaları ile aramızdaki münâsebetlerin normalleşmesi önünde bir engel olarak görüyorlar da ondan! İlişkilerin normale dönmesini istiyorlar! Bu yüzden bu fâsid ve hastalıklı televizyon yayınlarını yapıyorlar. Muhammed Hüseyn Fadlallah, Ca’ferî, Nûrî el-Mâlikî gibiler, bu yüzden ezandaki üçüncü şehâdeti (Şehâdet ederim ki Ali Veliyyullah’tır) hiç okumazlar. Bunu herkesin bilmesi lâzım, Irak halkının uyanması lâzım, câhilce işledikleri bu işten dolayı Allah’a tevbe etmeliler. Halkı kandırdılar, halk da akîdesinin bunların akîdesine muhalif olduğunu bilmeden bunları seçti. Oysa bunlar bir grup hırsızdır, teşeyyu’dan sapmış olan bir grup eli kanlı insanlardır. Yeni bir Betriyye fırkası oluşturdular. Bunlardan Allah’a sığınmak, bunlarla savaşmak gerekir”.[35]




İlk üç halife başta olmak üzere onlara tâbî olan bütün ashâba sövmenin, onları tekfîr etmenin müslüman olmak ve müslüman kalmakla eş anlamlı olduğunu savunan ve İslâm âleminin diğer kesimleriyle hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayan bu zihniyetin ümmet-i Muhammed’in birliği ve dirliği önündeki en büyük engellerden biri olduğu ortadadır. 2012 yılında müslüman toplumları kışkırtmak için Mısır’lı Kıptî Nakoula Basseley Nakoula (d. 1957, Mısır) tarafından sahneye konan “Innocence of Muslims” (Müslümanların Masumiyeti) adlı 14 dakikalık bir filmi, Türkiye’de izlenmesi yasaklanmadan önce Youtube üzerinden seyretme fırsatım olmuştu. Oradaki bir sahnede, Muhammed rolündeki genç delikanlıyı Mâriye adlı câriye ile yakalayan ve ayağındaki terlikle dövmeye başlayan Hafsa adlı kadına, delikanlının “Bana niye vuruyorsun? Babanı halife yaptım!” diyerek kendini savunuşu karikatürize ediliyordu. Allah Rasûlü’nün en seçkin ashâbına, akrabalarına ve halifelerine iğrenç sözlerle saldıran zihniyetin gerçekte hangi odaklara hizmet ettiğini anlamamız bakımından o film oldukça önemlidir. Yabancı mihrakların yeri geldiğinde bu konuyu Şi‘î ve Sünnî dünya arasında gerilim alanları oluşturmak ve gerektiğinde balans ayarı yapmak üzere kullandığı/kullanacağı gözden kaçırılmamalıdır.
Şeyh Yâsir el-Habîb’in 17 Ramazan 1431’de (26.08.2010) Hz. Âişe’nin vefat yıldönümü münasebetiyle Londra’da ihtifâl düzenlemesi üzerine, İran İslâm Cumhuriyeti dinî lideri Âyetullah Ali Hamaney’in “Hz. Âişe dâhil, sahâbeden herhangi birine dil uzatmanın haram olduğu” yönünde fetva yayınlaması/yayınlamak zorunda kalması, Lübnan-Hizbullah genel sekreteri Hasen Nasrullah’ın da bu fetvaya destek veren beyanatta bulunması son derece dikkat çekicidir.[36]
Olay üzerine Kuveyt vatandaşlığından çıkarılan Yâsir el-Habîb’in 2000 yılında kurduğu “Huddâmü’l-Mehdî” teşkilâtı, dünyanın farklı yerlerinde (Londra, Kerbelâ, Tahran, Beyrut, Bahreyn) açtığı bürolar vasıtasıyla, bir iman esası olarak “Ebû Bekr, Ömer, Osman, Âişe ve Hafsa’nın ateşte olduğu” cümlesini kelime-i şehâdet şeklinde okutmaktadır.[37]

İlahiyat fakültelerindeki kimi akademisyenler tarafından zaman zaman ilk üç halifenin ve önde gelen sahâbîlerin saygınlığına gölge düşürecek çirkin ifadelerin kullanıldığına rastlıyor oluşumuz kanaatimce tesâdüfî değildir. Şi‘î literatürde tekrarlanagelen pek çok yakıştırmanın ve sahâbeyi birbirine tokuşturan uydurma rivâyetler yoluyla yapılan dezenformasyonun Sünnî tedrisat veren akademik çevreler üzerindeki etkisinin bir göstergesi olan bu durum, son yıllarda ülkemizde ve tüm dünyada yaygınlaşan Şi‘î propagandayla yakından ilgilidir.
Seyyid Hüseyn Nasr’ın oğlu Veli Nasr, 7 yıl önce piyasaya çıkan ve Batı dünyasında ciddî tartışmalara neden olan The Shia Revival: How Conflicts within Islam Will Shape the Future (Şia’nın Dirilişi: İslâm İçindeki Çatışmalar Geleceği Nasıl Şekillendirecek, New York 2006) adlı kitabında, Hz. Ali’nin yönetim haklarının ilk defa halîfe Ebû Bekr, Ömer ve Osman tarafından gaspedildiğini, Şî‘a’nın ideal İslâm liderliğine tecavüz edildiğini, Sünnî halîfelerin Şi‘îlere zulmettiklerini, bu yüzden İmamların acılarının Şi‘îliğin şehâdet yorumunun aslını oluşturduğunu öne sürmekte ve “Sünnî topluma sufizm girmeseydi Şi‘îlere olan hoşgörü zayıf kalırdı” demektedir. Amerika’nın Irak’a girişi ve Saddam Hüseyin’in düşüşüyle Şi‘î din âlimlerinin gerçek güç sahiplerine dönüştüğünü, Sünnî elmasındaki kurtçuk olan (worm in the Sunni apple) Şi‘îliğin bu elmayı yararak kendi ağını/kozasını ördüğünü, bundan sonra geçmişindeki bastırılmış şikâyet konularını gündeme getirerek hissesine düşen payı alacağını, Sünnîlerden gördüğü zulmün rövanşını alarak adâleti tesis edeceğini iddia etmektedir.[38]
Fakültemizde 10.04.2013’te bir konferans veren Prof. Dr. Sönmez Kutlu Bey, sözkonusu kitabın muhtevasını aktardıktan sonra şunları söylemişti: “Şi‘îler geçmişte yaşadıkları sıkıntıların intikamını önümüzdeki yıllarda alacaklardır. Bağdat’ın düşüşü Şi‘îliğin yükselişi anlamına gelmektedir. Şu anda bir asistan arkadaş İran’da, Şi‘îliği çalıştırıyorum. Geçen hafta geldi. Hâlâ mollalar arasında, sokaklarda, insanların bir dilenciye bir şey verdikleri zaman duâ olarak ‘lânet ber Aişe, Ömer, Ebû Bekr’ gibi sözlerle düşmanlık ve nefreti körüklemeye devam ettiklerini söyledi. Günümüzdeki Şi‘î-Sünnî kutuplaşması çatışmaya doğru giderse, önümüzdeki yıllarda İslâm dünyasını Kerbelâ’dan daha büyük felâketler bekleyebilir. Bunun önüne geçilebilmesi için, bütün İslâm dünyasındaki akademik çevrelere büyük görevler düşmektedir. Bugün Amerika, İslâm dünyasındaki sorunları çözmek için “kendi içinde çatıştırma” politikasını son derece başarılı bir biçimde kullanmaktadır”.
Nihâî hedefi “İslâm” olan Batı’lı derin güçlerin, İslâm ülkelerinde yaşayan müslüman toplumları çatışmaya sürükleyecek “sinir uçlarını” tespit ederek uyarmaya ve “uyuyan hücreleri” harekete geçirmeye yönelik istihbârî çalışmalarının hız kazandığı bir konjonktürden geçiyoruz.[39] Dolayısıyla, sahâbenin adâleti, otoritesi, aralarındaki ihtilâflar üzerinde konuşurken, yazıp-çizerken, salt akademik kaygılar taşımanın dışında, meselenin provokatif boyutunu da göz önünde bulundurmak gerektiği kanaatindeyim.
Yaşanan hâdiselerin tamamında sadece bir kişiyi (Hz. Ali’yi) haklı gördüğünüzde, bunun karşılığında Hz. Muâviye’nin hakkını savunmak için çaba sarfedenlerin de çıkması tabiîdir. Nitekim İbn Ebî Âsım (ö. 287)’dan günümüze Hz. Muâviye’yi müdafaa eden ve faziletlerini zikreden 40’a yakın müstakil kitap kaleme alınmıştır ve çoğu matbûdur. Bunlar arasında Hindli âlim Abdülazîz b. Ahmed b. Hâmid’in (1239/1824) en-Nâhiye an Ta’ni Emîri’l-Mü’minîn Muâviye adlı eseri, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı’nda Doktora yapmakta olan Necmi Sarı Bey tarafından, takdîre şayan bir gayretle, 695 dipnot eklenmek suretiyle ve 320 sayfa halinde Türkçe’ye çevrilmiştir.[40]
İslâm tarihinde Alevîlik karşısında, diğer üç râşid halifeyi hilâfete lâyık olma bakımından haklı bulan, öven, savunan fırkaların, “Bekriyye, Ömeriyye, Osmâniyye” ismiyle ortaya çıktığını biliyoruz. Sadece Kütüb-i Sitte râvîleri arasında hakkında “Osmancı idi” كان عثمانيا denilen, yani Hz. Osman’ı Hz. Ali’den üstün gören şahısların kimliklerini araştırdığımızda, bunların çoğunun sağlam ve güvenilir râvîler olduğunu görürüz. Hadis tarihinin farklı yönelişteki sîmalarına dair bir örnek sunması bakımından, yaygın anlayışın aksine “Osmancı” olup bu kanaatini savunmakla tanınan 18 râvînin isimleri ve İbn Hacer’in haklarındaki kısa değerlendirmelerini vermek istiyorum:
Abdullah b. Habîb el-Kûfî (ö. 74-92, Sika, Sebt); Abdullah b. Kays el-Kindî (ö. 77, Sika); el-Heysem b. el-Esved el-Kûfî (ö. 80-, Sadûk); Abdullah b. Şeddâd el-Medenî (ö. 81, Sika, Fakîh); Abdullah b. Şakîk el-Basrî (ö. 108, Sika); Talha b. Musarrif el-Kûfî (ö. 112, Sika, Fâdıl, Kurrâ); Zübeyd b. el-Hâris el-Yâmî (ö. 122, Sika, Sebt, Âbid); Osman b. Âsım el-Kûfî (ö. 127, Sika, Sebt, Sâhibu Sünne); Âsım b. Behdele el-Kûfî (ö. 128, Sadûk, Kırâatte Huccet); Muğîre b. Mıksem ed-Dabbî el-Kûfî (ö. 136, Sika, Mutkın, Fakîh); Abdullah b. Ebi’l-Hüzeyl el-Kûfî (Tâbiûn’un büyüklerinden, Sika); Şimr b. Atıyye el-Kûfî (Tâbiûn’un küçüklerinden, Sika); Abdullah b. Avn el-Basrî (ö. 150, Sika, Sebt, Fâdıl); Hammâd b. Zeyd el-Basrî (ö. 179, Sika, Sebt, Fakîh, Huccet); Bişr b. el-Mufaddal el-Basrî (ö. 186, Sika, Sebt, Âbid); Abdullah b. İdrîs el-Kûfî (ö. 192, Sika, Sebt, Fakîh, Âbid); Muhammed b. Ubeyd et-Tanâfisî el-Kûfî (ö. 204, Sika); Muhammed b. el-Kasım el-Esedî el-Kûfî (ö. 207, Kezzâb, Metrûk, Zayıf).
Bunlar arasında Abdullah b. Habîb’in “Sıffîn’de Hz. Ali’nin yanında savaştığı halde sonradan Osmancı olduğu”, el-Heysem b. el-Esved ile Abdullah b. Şakîk’in “Osmancı olmakla birlikte Ali’ye buğzettikleri”, Muğîre b. Mıksem’in de “Ali’yi suçladığı” ayrıca kaydedilmiştir.
Yine meselâ, Kütüb-i Sitte’nin tamamında rivâyeti bulunan, “kaderî” olmakla birlikte “hadiste sika ve sebt” kabul edilen Etbâu’t-tâbiîn’den Sevr b. Yezîd b. Ziyâd el-Kelâî el-Hımsî (ö. 150-), Sıffîn’de Hz. Muâviye ile birlikte savaşıp ölen dedesi nedeniyle, yanında Hz. Ali zikredildiğinde (ona sebbetmemekle birlikte) şöyle dermiş: “Dedemi öldüren adamı sevmem”.[41]
Yukarıdaki isimleri veriş sebebim, ilk üç asırda yaşamış sözüne/rivâyetine güvenilir ulemâ arasında, kendi bilgi, tecrübe ve kültür birikimi çerçevesinde birbirine muhâlif ashâbdan birini yaygın görüşün aksini tercih ederek haklı bulan insanların varlığını ve bu durumun tabiîliğini ortaya koymaktır. Sahâbe hakkında ileri-geri söz etmeden önce, belki bir empati yaparak “o devirde yaşasaydım kimden yana olurdum?” sorusunu kendimize sormamız, insaflı bir tutum sergilememiz gerekmektedir.
Aralarında ihtilâf cereyan etmiş olan sahâbeden birini mutlaka haklı diğerini haksız görmenin, birini mutlaka mazlum diğerini zâlim kabul etmenin müslümanlar arasına (yukarıda verdiğim Şi‘î reflekslerden de anlaşılacağı üzere) tefrika ve nefret tohumları ekmekten başka bir işe yaramadığını, sahâbeyi “bize Allah Rasûlü’nün getirdiği dîni anlatan elçiler” olarak telakkî etmenin en sağlıklı yol olduğunu farkeden ulemâ arasından, meşhur Hanefî fakîhi ve muhaddis Ebû Ca’fer et-Tahâvî (ö. 321), Akîde’sine şöyle bir madde koymuştur: “Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün ashâbını sever, herhangi birini sevmede ifrâta/tefrîte kaçmaz, hiçbirinden teberrî etmeyiz. Ashâbı hayırla anmayan ve buğzedene biz de buğzeder, onları ancak hayırla yâdederiz. Onları sevmek dindir, imândır, ihsândır; onlara buğzetmek küfürdür, nifâktır, tuğyândır”.
Asırlar sonra Zehebî (ö. 748) şöyle demektedir: “Bizi âfiyette kıldığı için Allah’a hamdederiz. Öyle ki, bizi hakkın açıkça parladığı ve iki taraftan (Ali-Muâviye) hangisinin haklı olduğunun açıkça belli olduğu bir zamanda dünyaya getirdi. Biz iki gruptan her birinin eleştirilecek yanlarını bildik ve bunları iyice idrak ettik. Bunlardan dolayı onları mazur gördük, onlar için istiğfar ettik, ifrât ve tefrîte kaçmadan onları sevdik, câiz bir te’vîl veya Allah’ın dilemesiyle bağışlanmış bir hatâ ile bâğîler için rahmet duâsı ettik ve Allah’ın bize öğrettiği gibi şöyle dedik: “Rabbimiz, Bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! (Haşr, 10)”.[42]
Bizzat Hz. Ali (r.a.)’nin, Sıffîn’de iki taraftan öldürülenler hakkındaki görüşü sorulduğu zaman; “Bizim de onların da ölüleri cennettedir. Akıbet iş gelir bana ve Muâviye’ye dayanır” dediğini göz önüne aldığımızda,[43] Ehl-i Sünnet ulemânın haklı ile haksızı tespit etmekle uğraşmaktan çok “iki tarafa eşit uzaklıkta” durma yönünde aldıkları kararın isabetli olduğunu söyleyebiliriz. Zira murûr-ı zamana uğramış dava dosyalarını yeniden açmanın, pek çok ayrıntısını bilemediğimiz olayları geriye dönük olarak sorgulamanın, şahısları yargılamanın faydadan çok zarar getireceği kuşkusuzdur. İslâm tarihinin ilk asırlarında, eski defterleri kurcalamakla meşgul olan nice şahsın, bununla başka bir amaca hizmet ettiği gözlemlenmiştir. İmam Mâlik şöyle der: “Bunlar öyle topluluklardır ki, aslında Peygamber (s.a.v.)’e sebbetmek istemişler, bu mümkün olmayınca, ‘o kötü biridir, iyi olsaydı ashâbı da iyi olurdu’ densin diye sahâbesine sövmüşlerdir”.[44]
İslâm dünyasının birliğine ve Sünnî-Şi‘î ittifâkına (takrîb) hizmet eden çalışmalarıyla tanınan Muhammed Ebû Zehra’nın şu tespiti önemlidir: “Başlangıçta olduğu gibi, bilimsel ve teorik düzeyde kalan ihtilâflar cemaatleri bölen ve birliği bozan şeyler değildir. Cemaatler arasında büyük çatışmalara yol açmaz. Ancak grupçu Şî‘a ihtilafları Rasûlullah’ın kurduğu ve kardeşlikle pekiştirdiği İslâm Birliğini çözecek ve bölecek devletlerin doğmasına yol açmıştır”.[45]
Konuyla irtibatı bulunması bakımından bir latîfe olarak şu hususu da arzetmek isterim. Bilindiği üzere Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Bir hayra öncülük eden kimseye onu yapan gibi sevap vardır”.[46]  “Bir kimse doğru yola dâvet ederse, ona uyanların sevabı kadar kendisi için de sevap vardır. Bu ona uyanların sevabından bir şey eksiltmez”.[47] “İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz”.[48]
Âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur: “Kim (Allah’ın huzuruna) bir iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlara haksızlık yapılmaz”.[49] Bir iyiliğin on kat yerine yedi yüz kat sevapla, hatta Allah dilerse çok daha fazlasıyla mükâfatlandırılacağını vâdeden âyeti de biliyoruz.[50]
Bir sahâbînin dinin emir ve nehiylerinden, İslâm ahlâkından tek bir umdeyi kendisinden sonra tek bir tâbiîye, onun da tek bir öğrencisine öğrettiğini, hepsinin bunu selîm bir kalb ve sahîh bir niyetle sâlih bir amele dönüştürerek uygulamaya koyduğunu, bu silsilenin her tabakaya sadece bir şahıs düşecek şekilde devam ettiğini ve günümüze 50 nesil üzerinden geçerek geldiğini varsaydım.[51]
Bir müslümanın bugün işlediği tek bir iyiliğe karşılık kazandığı (Cennet’te hangi dereceye karşılık geldiğini bilemediğimiz) on kat ecri matematiksel olarak 50 nesil geri götürdüğümüzde, bir sahâbînin kendisinden sonraki bir kişiye öğrettiği bir iyilikten alacağı sevap tam olarak 5 katrilyon 629 trilyon 499 milyar 534 milyon 213 bin 120’dir. Her nesilde on yerine yedi yüz kat ecir alındığını farzetsek, bu takdirde rakam 394 katrilyon 64 trilyon 967 milyar 302 milyon 918 bin 400 olacaktır. Öğretilen iyiliklerin, işlenen hayırların sayısının gerçekte kaç olduğunu, her nesilde gerçekte kaç kişinin bulunduğunu ve alınan ecr u mesûbâtın kaça katlanarak kayda geçtiğini kestirmek imkânsızdır. Sadece misliyle cezalandırılan bir kötülüğü (olmaz ya) ashâbı örnek alarak işleyen bir müslümanın, bundan dolayı 50 nesil gerideki bir sahâbîye yazdıracağı günahın rakamsal değeri ise 562 trilyon 949 milyar 953 milyon 421 bin 312’dir. Ne var ki Cenâb-ı Hakk’ın “onlar için mağfiret talebinde bulunma” emrine imtisâl eden mü’minler, bu günahların tümünün Hakk katında silinmesine vesile olacaklardır.
İbn Abbâs (r.a.)’ın yukarıda naklettiğim; “Allah onların savaşacaklarını elbetteki bilmekteydi” sözünden hareketle, onların günahlarının sonraki nesillerin istiğfârı ile imhâ edileceğinin Allah Teâlâ nezdinde ezelden bilindiğini, “Allah’ın onlardan râzı oluşunun[52] bu sebeple hiçbir devirde değişmeden devam edeceğini söylememiz mümkündür. Bir başka deyişle, sonraki nesiller sahâbe-i kirâmın işlediği mâsiyetler (mesâlib) üzerinde tartışmakta iken, sevap hânelerine yazılmaya devam eden hayr u hasenât nedeniyle onların çoktan merhûm ve mağfûr olduklarını hesap etmeliler.
Ashâb hakkında nâhak yere konuşmanın ve hukuklarına dil uzatmanın, konuşana “vizr” konuşulana “ecr” olarak kaydedileceğini şu rivâyetten öğreniyoruz: “Hz. Âişe’ye, ‘insanlar Rasûlullah’ın ashâbına sövüyorlar, hatta Ebû Bekr ve Ömer’e bile sövüyorlar’ denildiğinde şöyle cevap verdi: Siz bunun nesine hayret ediyorsunuz ki? (Vefatlarıyla) onların sadece amelleri kesilmiştir. Allah onların ecirlerinin kesilmesini ise murad etmemiştir”.[53]
Bu tablonun ilâhî bir formül olarak dünya hayatına konulduğunu, sahâbe ile sınırlı olmayarak, aslında her mü’min neslin kendinden bir önceki nesil için istiğfar etmek suretiyle sonrakilerin öncekileri affettire affettire ilerlediğini düşünmemizin önünde bir engel yoktur.[54] Mü’minlerin birbirleri hakkında mağfiret talebinde bulunmalarını isteyen nebevî emirler[55] ve her namazımızın sonunda okuduğumuz “Rabbenağfirlî” duâsının böyle bir gayeye hizmet ettiği açıktır.
Duâda bile silsile ile yukarıya doğru bağlanışımızın vahiy kaynaklı oluşunda şüphe yokken; İslâm Medeniyeti’nin bilgi geleneğinde ancak icâzetle alınan ve ilk kaynağına güvenilir râvîler vâsıtasıyla dayandırılan bilginin “muteber” olduğu da müsellem iken; III. Oturum’un ilk tebliğinde ortaya konan sahâbe algısı kanaatimce son derece problemlidir. Mehmet Zeki İşcan Bey orada; sahâbenin dindeki konumunu Max Weber’in “karizma” kavramı ve “sınıf” anlayışına başvurarak açıklamaya çalıştı. Sahâbeye ve ilk İslâm nesillerine yönelişin “ataların sünnetini takip etme gibi bir sosyo-psikolojik tavırla” ortaya çıktığını iddia etti. Sahâbeyi esas alan bir dinî anlayışı “tarih bilinçsizliği içinde her şeye kādir atalar edebiyatı yapmak”la suçladı. Sahâbeye bağlılığın “rivâyete dayalı bir din anlayışıyla” sonuçlandığı ifade etti.
Sayın İşcan bunları söylerken, bugünkü “bilgin” tarifinden; yani “çok bilinen şeyleri sorgulayan” kişi olabilme gerekliliğinden ve “itaat” edilirse İlahiyat alanında bilim yapılamayacağı ön kabulünden hareket ediyor. Serdettiği görüşler, otoritenin mutlak reddine dayanan ferdiyetçi, inkârcı ve değerleri tersine çevirmeyi arzulayan anlayışı, yani “Nihilizm”i çağrıştırdı bana. Kadîm ulemânın birbirine karşı tenkitçi tavrı, belli bir ilmî disiplin ve otoriter çerçeve içinde idi. Onlar birbirlerini, , “Kim Peygamber’e daha itaatkâr ve kim daha çok sahâbenin yolunda?” sorusundan yola çıkarak sorgulamışlardı. Zira o devirde bilgi kaynaklarının hiyerarşisinde ulemâ arasında esaslı bir ihtilaf yoktu. Kendisinin bu tebliğde yaptığı ise “temellere/değerlere, İslâmî varlık-bilgi sisteminin iç uyumuna saldırı” niteliğindedir ve mahiyeti tamamen farklıdır. “Rivâyet esas alınırsa insânî hayat çemberi daralacaktır, erdemli ve sivil hayat dumûra uğrayacaktır” şeklindeki bir düşünüş, İslâmî paradigmadan (dünya görüşünden) bir sapmadır. İşcan’ın oturum sonunda sarfettiği; “İslâm’a göre, Kur’ân’a göre, Dîne göre demektense Bana göre demek daha uygundur” şeklindeki cümlesi de bunu ortaya koymaktadır. Burada ya Ben’i dînin karşısında veya dışında bir yere konumlandırma vardır (ki bu takdirde otoriteyi inkâr, kendi otoritesini inşâ edebilme amacına yöneliktir) veya dînin ne söylediği konusunda emin olamama, karamsarlık, kaynaklara karşı güvensizlik ve delillerden kaçış vardır. İnsan’dan hareket eden ideoloji veya teorilerden kalkarak, Vahiy merkezli bir dînin kurumlarını eleştirmeye çalışmak, kanaatimce tutarsız ve anakronik bir yaklaşımdır. Farklı bir medeniyetin, başka bir anlam dünyasının ürettiği sosyal kavramlar ve kuramların olduğu gibi ve kendi içinde eleştirilmeden alınarak İslâm’ın varlık ve bilgi dünyasına monte edilmesi büyük bir tehlikedir. En iyimser bakış açısıyla, İşcan’ın tebliğinde sahâbeye bağlılık üzerine dile getirilen iddiaların, oryantalist paradigmaya hizmet etmekten öte bir anlam taşımayacağını üzülerek ifade etmek istiyorum.
Kendisinin görüşlerine tamamen katıldığını belirten Hanefi Palabıyık bey müzâkeresinde şöyle bir cümle kullandı: “Sahâbeye tâbî olmak (ne demekse tâbî olmak) Hz. Peygamber’in ve sahâbenin geleneğinde olmayan bir şeydir!”.
Tevbe sûresinin 100. âyeti, böyle bir geleneğin olup olmadığı konusunda aydınlanmamıza vesile olacaktır: “(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemîninden ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur”.
Hz. Peygamber’e (hatta Hz. İbrahim’e ve diğer peygamberlere) tâbî olmayı emreden âyetlerde (Âlü İmrân, 31, 95; En’âm 153, Câsiye 18) “ittibâ” kavramı hangi anlamda kullanılmışsa, burada da bu kavram o anlamdadır. Bakara sûresinin 143. âyetini, Âlü İmrân sûresinin 110. âyetini, Tevbe sûresinin 100. âyetini, Feth sûresinin 29. âyetini ve Nisâ sûresinin 115. âyetini görmezden gelip, onlarca sahîh hadis varken “Ashâbım yıldızlar gibidir” hadisinin sıhhat probleminden bahsederek bunun bir “yozlaştırma ve meşrûlaştırma çabası” olduğundan sözetmek, İslâm’ın ana kaynaklarını algılamada bir yozlaşmanın varlığına işaret eder. Bu iddiadaki bir kimsenin, o âyetlerde sözü edilen “insanlara örnek olan vasat ümmet”le, “insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet”le, “kendilerinden Allah’ın râzı olduğu insanlar”la, “Peygamber’in yanında olup rükû ve secde edenler”le ve “mü’minlerin yolu” ile neyin ve kimlerin kastedildiğini açıklaması icab eder. Bu tavrın, en iyi ihtimalle, siyâsî gâyelerle ashâbı tahkîr eden veya onların faziletleriyle ilgili âyetleri te’vîl ve reddetme yolunu seçen İmâmiyye-İsnâaşeriyye’nin emellerine hizmet edeceğine inanıyorum.
“Hz. Peygamber’e yaslanarak konuşmanın kolaylığı...”, “Rivâyetlerin sıhhat ölçüsü, Hz. Peygamber’in gayb bilgisi ve Kur’ân dışı vahiy gibi Kur’ân ve İslâm Düşüncesi’nin derin yaralar almasına yol açan tartışmalar...” gibi cümlelerle sayın Palabıyık da sayın İşcan gibi “rivâyete/nassa bağlı olmayan bir din algısını” çağrıştıran, böyle bir özlemi taşıyan yaklaşımlarda bulundu. Bu duruş, İslâm Medeniyeti’nde “akıl” ve “havâss-ı selîme” yanında bilgiyi elde etme metodlarından biri olarak kabul edilen “haber-i sâdık”ın reddi anlamına gelmektedir. Batı Medeniyeti’nde tek kabul gören “tecrübî metod”un yanında bizim medeniyetimizin “sem’î metoda” da diğeri kadar önem atfettiğini, bu farklılığın iki medeniyetin “âlem” anlayışından kaynaklandığını hatırlatmakta fayda var. Konu üzerine Muhammed Imâra’nın Bilgi Kaynağı Olarak Nebevî Sünnet başlıklı makalesinin okunmasını tavsiye ederim.[56]
Salih Kesgin beyin tebliği üzerindeki müzâkeremin yanısıra problemli bulduğum diğer bazı meselelere dair mülâhazalarımı da sunma fırsatı verdiği için sayın başkana ve beni sabırla dinleyen siz değerli dinleyicilere teşekkür ediyorum.


V. Oturum Sonundaki Serbest Müzâkere
(Faruk Beşer: Hadisçilere sesleniyorum, “Ashâbî ke’n-nücûmi” hadisini ya sahîh saymayacaksınız ya da hadisciler olarak sahâbîyi daraltacaksınız. Rasûlullah’ı mü’min olarak görmüş insanların hepsi sahâbîdir derseniz ve bunların her biri “muktedâ bih” olursa, o zaman benim de orada kendi hatalarıma muktedâ bih olarak bulabileceğim pek çok insan çıkar. Burada bir problem var, bu problemi halledin ki biz de ne yapacağımızı, nasıl düşüneceğimizi bilmiş olalım).
Ahmet Tahir Dayhan (Prof. Dr. Faruk Beşer’e hitâben): “Ashâbım yıldızlar gibidir, hadisiyle ilgili bir anekdot aktarmak istiyorum. Müslim’in Sahîhi’nde 2531 no’lu hadîs-i şerif. Ebû Bürde hadisi. “Yıldızlar gökyüzünün emniyet kaynağıdır. Onlar yok olup gittikleri zaman gökyüzüne va’dolunan şeyler gelip çatar. Ben ashâbım için, ashâbım da ümmetim için bir emniyet kaynağıdır. Va’dolunan tehlike ve fitneler, ben gittiğim zaman ashâbıma, ashâbım gittiği zaman da ümmetime gelip çatar”.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu teşbîhiyle sanki şunu demek istiyor: “Gökteki her bir yıldızın belli bir yörüngeye çakılı olması gibi onlar da yörüngelerinde dönerler. Kiminin ışığı kuvvetli kimininki daha zayıf olsa bile, hiçbirinin doğru yönü gösterme bakımından diğerinden farkı yoktur. Hedef bensem eğer, hangisine uysanız o sizi bana getirir/beni size götürür”.
Acizane kanaatim, “Ashâbım yıldızlar gibidir” hadisi, bu hadisin “yuvarlanmış” hâlidir. Hadislerin formülasyonunu savunan görüşü çağrıştırmaması için “formüle edilmiş” demiyorum bilerek. Yani bir nevi “bir başka şekilde ve yeniden” söylenmiş hâlidir. “Bu hadis, kısaca bu demektir” anlamındadır. İbnü’l-Cevzî, Süyûtî, Aliyyü’l-Kârî, Aclûnî, Şevkânî gibi Mevzûât müellifi muhaddislerin “hadisin sahîh bir senedi yoksa da mânâsı sahîhtir” dedikleri türden bir rivâyet olduğu kanaatindeyim.
“Ashâbın hatâları noktasında tavrımız ne olacak, onların hepsini muktedâ bih mi kabul edeceğiz?” diye sordunuz. Ebû Zehra’nın bir eserinden bir anekdotu bu vesileyle arzetmek istiyorum.
Huzurunda üç halifeyi yeren Iraklıları azarlayan Muhammed Bâkır (ö. 114), onlara önce Haşr sûresi 8. âyeti okuyarak şu soruyu sormuştu: “Siz yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan muhâcirlerden misiniz?”. “Hayır” diye cevap verilince, bu sefer aynı sûrenin 9. ayetini okuyarak şunu sordu: “Peki daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olanlardan (ensârdan) mısınız?”. Yine “Hayır” dediler. Bunun üzerine İmam, 10. âyetle yıkıcı darbeyi indirdi: “O halde bunların arkasından gelip de ‘Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla’ diyenlerden de mi olamıyorsunuz? Kalkın yanımdan, Allah işlerinizi yoluna koymasın; müslüman olduğunuzu söylüyorsunuz ama İslâm’a ehil insanlar değilsiniz!”. (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe: Hayâtuhû ve Asruhû, Ârâuhû ve Fıkhuhû, s. 79, I. Bölüm, 61. Madde).
Hz. Âişe vâlidemizin, Mısırlıların Hz. Osman’a, Şamlıların Hz. Ali’ye, Harûrîlerin (Hâricîlerin) de bütün sahâbeye sebbetmeleri karşısında aynı âyete işaretle; “Onlar Peygamber (s.a.v.)’in ashâbı için Allah’tan mağfiret dilemekle emrolundukları halde onlara sövdüler” dediğini de buna eklemeliyim. (Müslim, es-Sahîh, no. 3022).
﴿ لِلْفُقَرَاء الْمُهَاجِرِينَ الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيارِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا وَيَنصُرُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ . وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَن يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ . وَالَّذِينَ جَاؤُوا مِن بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِّلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ ﴾
Ashâb, örneklik noktasında yıldızlar gibidirler. Hatâ ettikleri noktada ise Rabbimizin bize emri, onlar için istiğfar etmektir. Teşekkür ederim.

 

 

 

 




* Yrd. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, deuif.blogspot.com, dayhan@excite.com.
[1] Mevkibü’n-Necefi’l-Eşref, kuruluş: 1971.
[2] http://www.aqaed.com/mostabser/175; http://www.aqaed.com/mostabser/guestbook/1
[3] http://www.tidjaniya.com/ar/tidjaniya-faq-38.php
[4] İbn Ebi’d-Dünya, Aziz Antonius’dan Hikâyeler (Kitâbu’l-vecel ve’t-tevessuk bi’l-amel), İbn Ebi’d-Dünyâ Serisi no. 49, Editör: Yusuf Özbek, Tercüme: Ahmet Tahir Dayhan, Ocak Yayıncılık, İstanbul 2008, no. 2, 6.
[5] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 6/126, no. 30014; 7/142, no. 34821; Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 2/354, no. 2023.
[6] http://www.ateistforum.org/index.php?showtopic=50060&st=60.
[7] Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, İlm 39; Meğâzî 78; Merdâ 17; İ’tisâm 26.
[8] Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, İtisâm 2; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, 10/66, no. 5702.
[9] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 2/96, no. 1427; 10/198, no. 10448.
[10] Hâkim, el-Müstedrek, 3/167, no. 4730; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 1/108, no. 182, 22/401, no. 1001.
[11] İlyas Üzüm, Sünnîlikten Şiîliğe, Şiîlikten Sünnîliğe Geçen İki Müellif ve Eserleri, İslâm Araştırmaları Dergisi, sayı. 1, 1997, s. 200.
[12] Tirmizî, es-Sünen, 5/696, no. 3862.
[13] Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, Humus 5; Fedâilü’s-sahâbe 16.
[14] Bk. Şeyh Sadûk, İbn Bâbeveyh el-Kummî, Meâni’l-Ahbâr, s. 354-356.
[15] Beyhakî, Şuabü’l-İmân, 1/69, no. 36; İshâk b. Râhûye, el-Müsned, 3/669, no. 1266. Söz Hz. Peygamber’e değil, Hz. Ömer’e aittir.
[16] A‘râf 7/96.
[17] Âlü İmrân 3/110.
[18] Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, 5/75, no. 950; İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 2/88, no. 156. Âyet ve hadislerden hareketle Hz. Ebû Bekr’in Hz. Ali’den daha faziletli ve ümmetin en faziletlisi olduğunun tafsîlatlı şekilde anlatımını yapan ve Şî‘a’nın iddialarını ele alarak reddeden Fahruddîn Râzî’nin görüşleri için bk. Ali Nurullah Berk, Fahreddîn er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Şia’ya Yönelik Tenkitler, Yüksek Lisans Tezi, Şanlıurfa 2006, “Ashabdan Teberri” başlıklı bölüm, s. 94- 112.
[19] Haşr 59/10.
[20] Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe: Hayâtuhû ve Asruhû, Ârâuhû ve Fıkhuhû, s. 79, I. Bölüm, 61. Madde.
[21] Ahmed b. Hanbel, Fedâilü's-Sahâbe, no. 18, 1741.
[22] İbnü’l-Cevzî, Menâkıbü’l-İmâm Ahmed b. Hanbel, s. 218.
[23] Sultan III. Ahmed devrinde, Bağdat valisi Vezir Ahmed Paşa (ö. 1747), Ebu’l-Berekât es-Süveydî (ö. 1761)’yi resmî bir vazifeyle görevlendirerek İran Şâhı Tahmasb Kulu Nâdir Şah’ın yanına Necef’e gönderir. Şah’ın huzurunda Şî‘a’nın ashâba dil uzatmayı ve halifelere sövmeyi bırakmadıkça beşinci hak mezhep olamayacağını ispat etmek üzere bulunan Süveydî, Mollabaşı Ali Ekber ve 70 kadar Şi‘î molla ile tartışır. Tartışma esnasında Süveydî’nin Mollabaşı’na sorduğu sorulardan biri; “Şi‘îler madem ki Hz. Ali’ye bey’at etmeyen sahâbîleri murted sayıyorlar, o zaman Hz. Ali, kızı Ümmü Külsûm’ü Ömer b. el-Hattâb’la neden evlendirdi?” iken diğer sorusu şudur: “Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye’nin annesi hangi aşîrettendi ve o aşîreti kim esir etti?”. Bu soruyla kastettiği, Benî Hanîfe aşîretini esir alan halîfe Hz. Ebû Bekr zâlim biri idiyse, onun esir aldığı bir kadının (Muhammed’in annesi) esir hükmünde olamayacağı, ailesinden istenmesi gerektiğidir. Ancak Hz. Ali öyle yapmamış, kadını câriye olarak almış ve ondan çocuk sahibi olmuştur. Bk. Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi: Giriş, İstanbul 1991, s. 334-335; Süveydî’nin el-Hucecü’l-Kat’ıyye li’ttifâki’l-Fıraki’l-İslâmiyye adlı risâlesinin tercümesi. Tartışma sonunda Süveydî karşısında yenik düşen mollalar, ashâba sebbetmeyi kaldırdıklarını, fazîletlerini ikrar ettiklerini, hilâfeti mevcut sıraya göre kabul ettiklerini belirten bir tutanak imzalarlar. (25 Şevval 1148/8 Mart 1736). O gün bir konuşma yapan Nâdir Şah şunları söylemiştir: “Şu andan itibaren sebb-i Şeyhayn’ı yasakladım. Her kim onlara dil uzatırsa onu öldürür, evlâd ü ıyâlini esir eder, malını alırım. Ne İran içinde ne de çevresinde ashâbı kınamak ve buna benzer çirkin davranışlarda bulunmak artık yoktur. Bunlar, aşağılık Şah İsmail devrinde türemiş, soyu da onun izinden gitmiş, sonunda ashâba sövgü çoğalmış, bid’atler artmış, budalalıklar çoğalmıştır...”. A.g.e., s. 342-343.
[24] Süleyman b. Sâlih el-Hırâşî, Es’iletün Kâdet Şebâbe’ş-Şîati ile’l-Hakk, h. 1426, madde: 1, 3, 6. 188 sorudan oluşan bu belgede, yukarıdaki bilgilerin dayandırıldığı Şiî kaynaklar şöyledir: Küleynî, el-Kâfî, 6/115; Tûsî, Tehzîbü’l-Ahkâm, 8/148, 2/380; el-İstibsâr, 3/356; Ali el-Erbilî, Keşfü’l-Ğumme fî Ma’rifeti’l-Eimme, 2/66, 3/26; Şeyh Müfîd, el-İrşâd, s. 302, 354; Ya’kûbî, Târîhu’l-Ya’kubî, 2/213; Mes’ûdî, et-Tenbîh ve’l-İşrâf, s. 263. http://www.saaid.net, http://www.alkashf.net; http://saaid.net/Warathah/Alkharashy/ESS.PDF, http://www.alfarowq.com/vb/uploaded/2_1311591563.pdf.
[25] Şi‘î kaynaklara müracaatla hutbenin hurâfe ve efsâneden ibaret olduğunu ispatlayan ciddî bir çalışma için bk: Sa’d b. Râşid eş-Şenefâ, أسطورة الخطبة الفدكية [ خطبة فاطمة ] في الميزان تحقيق حديثي ردا على شيوخ الرافضة http://www.ahlalhdeeth.com/vb/showthread.php?t=170219
[26] Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, no. 552.
[27] Meclisî, Bihâru’l-Envâr, 101/121; Abdurrahman Muhammed Saîd, Ehâdîsü Yahteccü bihe’ş-Şîa, s. 114.
[28] http://www.icmalyayinlari.com/yazarlar/prof-dr-haydar-bas
[29] Küleynî, el-Kâfî, 1/302.
[30] Meclisî, Mir’âtü’l-Ukûl, 3/304, 313.
[31] İbn Abdilberr, el-İstîâb, 1/116; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 1/262; konuyla ilgili olarak ayrıca bk: http://ejabat.google.com/ejabat/thread?tid=2a0911f12036d6d8.
[32] Muharrem Akoğlu, Mihne Sürecinde Mu’tezile, İstanbul 2006, s. 123, 263-268.
[33] İlyas Üzüm, a.g.m., s. 196; eş-Şîa ve’t-Tashîh adlı eserden naklen.
[34] Kehf, 18/5; Muhammed Ebû Zehra, Dünya İslâm Birliği, Tercüme: İbrahim Sarmış, İstanbul 1996, s. 275-276.
[35] http://www.youtube.com/watch?v=SCgz7o_XAF0; حقيقة قناة آفاق البترية التابعة لنوري المالكي dakika: 08:00-14:30
[36] http://www.aljazeera.net/news/pages/200b8f00-763f-440b-a95a-d73418baeaad, http://www.youtube.com/watch?v=u2_dqTz85Pw, http://ar.wikipedia.org/wiki/ياسر_الحبيب; http://ar.wikipedia.org/wiki/هيئة_خدام_المهدي).
[37] http://www.youtube.com/watch?v=n5HpTVn0S4I&feature=share
[38]http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haberArchive&ArticleID=5646, http://www.atimes.com/atimes/Middle_East/HJ28Ak01.html
[40] Abdülaziz b. Ahmed b. Hâmid, Mü’minlerin Emirine Yönelik Tutarsız Eleştiriler: Muâviye b. Ebî Süfyân Müdafaası, İstanbul 2010, s. 50-56.
[41] Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, 4/421, no. 862; İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 2/30, no. 57.
[42] Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 3/128.
[43] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/552, no. 37880.
[44] İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, 4/429; İbn Kayyimi’l-Cevziyye, es-Savâiku’l-Mürsele, 4/1405.
[45] Muhammed Ebû Zehra, Dünya İslâm Birliği, s. 296. Türkiye Ca’ferî Cemaati lideri Selahattin Özgündüz’ün (d. 1952, Iğdır), Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 160 kadrolu Ca’ferî imam alacağına dair kararı hakkında, 16.12.2008 Salı günü Habertürk Televizyonu’na telefonla bağlanarak yaptığı konuşmayı şu cümleyle sonlandırmış olması düşündürücüdür: “Muâviye’nin yağlı sofrasına kanmayacağız!”. Kastettiği şey, Ebû Mansûr es-Seâlibî (ö. 429)’nin Simâru’l-kulûb adlı eserinde senedsiz olarak naklettiği (Kahire 1965, s. 111-112, no. 1599), Ebû Hureyre (r.a.)’nin “Muâviye’nin yanında madîra (ekşi sütle pişirilen et yemeği) yiyip Ali’nin arkasında namaz kılması”na dair asılsız hikâyedir. Mısırlı gazeteci Mahmûd Ebû Rayye (1889-1970) de bunu oradan alıp, Sıffîn’e katılmayarak tarafsız kalan Ebû Hureyre’yi tahkîr etmek üzere yazdığı kitabına isim yapmıştır (Şeyhu’l-Madîra Ebû Hureyre, Mısır 1970, s. 55).
[46] Müslim, es-Sahîh, İmâre 133; Ebû Dâvûd, es-Sünen, Edeb 115; Tirmizî, es-Sünen, İlm 14.
[47] Müslim, es-Sahîh, İlm 16; Ebû Dâvûd, es-Sünen, Sünnet 6; Tirmizî, es-Sünen, İlm 15.
[48] Müslim, es-Sahîh, Zekât 69; Nesâî, es-Sünen, Zekât 64.
[49] En‘âm 6/160.
[50] Bakara 2/261.
[51] Hz. Peygamber veya ashâb-ı kirâm’dan herhangi biri ile aramızda ortalama 50 nesil olduğunu kabul etmemin nedeni, Mekke’nin Rusayfe mahallesinde mukîm bulunan muhaddis Abdülvekîl b. Abdilhakk el-Hâşimî el-Umerî’nin, dedesi Hz. Ömer ile arasında 45 kişinin bulunmuş olmasıdır. http://www.ahlalhdeeth.com/vb/showthread.php?t=98895
[52] Tevbe, 9/100; Fetih 48/18.
[53] İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımeşk, 44/387.
[54] Muhammed 47/19; Yûsuf 12/98.
[55] Tirmizî, es-Sünen, no. 3570.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder